11 Nisan 2011 Pazartesi

SESLER...


Bir ses alır götürür sizi uzaklara... Bir ses, tutar elinizden ve getirir sizi kendinize... Sesten söze ve sözden kişiye uzayan bir çizgidir hayat. Kişilerin “kim”liği üzerinden kurulan çoklu bir denklemde, yüzler silikleşirken sesler dirilir hafızamızda. Uzakta, çok uzakta kalmış, üzeri örtülmüş, silik bir anı, anlık bir sesin titreşimleri içinde yeniden dirilir, İsrafil’in surunu duymuş gibi...

Arabanın motor sesinde kalır hayalim... Gecenin ıssızlığında, boş ve loş sokakta önce ses duyulur. Su motorunun sesini andıran patırtı, uzaklardan gelir, ruhumuzu yalar da geçer... Araba sesine iliştirdiğimiz “beklenti”yi boşa çıkarırcasına teğet geçer yalnızlığımıza... Oysa!.. Pencerenin sofasında bekleşen gözler, açılmış yatağa dönüp bir kez olsun bakmadan, “yitik” adamın gelmesini gözlemektedir. Uzar gece, uzak yalnızlığımız... Ve her geçip giden arabanın peşi sıra boşluğa sarılır umudumuz...

Arabalar şimdi öyle ses çıkarmıyor... O zaman başkaydı demek... Gecenin dinginliğini ikiye ayıran motorunun sesine inat, farları da yırtar geçerdi karanlığı... Bir, iki, üç... saymakla bitmezdi!.. Ve nihayet, aynı sesten bir ses, yüzünü gösterirdi sokağın başında yarımca... Tamamını asla göremezdik arabanın... Sokağın başında, burnundan hafif aralanırdı  arabanın sureti ve biz bilirdik içindeydi... Bir o kadar da arabanın içindeki karanlığa çakılı beklerdik. Sonra, işte sonra!.. Bir gölgeyi, gecenin karanlığına emanet bırakan araba, aynı sesle ve biraz da olay mahallinden uzaklaşan bir katil gibi uzaklaşıverirdi... Gölge, gecenin titrek ışıkları altında yalpalayarak eve doğru adımlardı...

Araba sesi, uzar gider içimde...

Uzayan bir bozlağın çengeline takılıp gittiğim “oba”m gibi... Bir soğuk yel damın ardından yeldirir yüzümüze. Köpeğin sesini işitiriz, tanımadık bir sima görmenin hararetiyle yüklenir zincirlerine. Biz biliriz, o da farkındadır, zincir kavi!.. Ama yine de “ihtimal” onu da bizi de heyecanlandırır. Koyunlar gelirdi, çıngıraklarını duyardık uzaktan... Ağıla girmeden taşın üzerine yayılan tuzu yalarken, etrafındaki hürmetkar koşuşturmacadan memnundular... Sonra, el feneri aydınlığında keşfedilen güvercinler... Rengarenk, taklacı!.. Yeşil mi yeşil “öz”de, pınarın gözünden içilen su!.. Ve pınarın sesi!.. Bir bozlak, beni götürür de “kerpiçten bir dam”ın önündeki ağacın altına bırakır!.. Bir bozlak, boz arazide Anadolu’nun bozkırında yeldirir ruhumu...

Neşet Usta’nın “ses”inde uzar gideriz “oba”ya...

Ağrıyan bir dişin çekilmesi gibi zamanı gelmiş her anıyı bir ses çekip çıkarır içimden... Ve mazinin boşaldığı anı kollar, ?.. Plaktan bir ses yükselir, “Sevemedim kara gözlüm...” Ses, alır götürür uzaklara... Boyundan büyük dağlara omuz atan bir “kara önlüklü” gelir gözümün önüne... Henüz anlamadığı bir alfabenin harflerini öğrenmeye çalışırken yakalar kendisini... Bir efkarın peşi sıradır, alamaz kendini... Sessizliğin ortasında haykırır sessizce öfkesini...

Pikapta aynı plak döner, günlerden hüzündür!.. Mevsim yaz, yazar!..

Bir satıcının ürkek sesidir yankılanan şehrin sokaklarında... Tablasında birikmiş, bayatlamaya yüz tutmuş “gobit”ler, adımlar şehri... Durduk yere “yel değirmenlerine” savaş açmış don kişot gibidir... En vahşi sahnesinde savaşın, ayrılmak ister. Lakin “cesaret” denen boşluk esir alır ruhunu. Gözü bir tablaya ve hala dağ gibi duran gobitlere bir akşamın inen karanlığında evlerine dönen telaşlı kalabalığa kayar. Hınçla, çaresizlikle ve çocuksu bir yitiklikle bağırır, sıcaaakkk gobiiittt... Kendi sesidir işte, şuracıktaki satıcı çocuğun sesi. Bir iki damla göz yaşı süzülür...

Hayat, tablanın üzerindeki gobitler kadar bayat’tır!..

Bir Pazar yerinin sesidir kulağında çınlar!.. Cumartesi pazarına gidişin, soğuk kış gününün ve karda kaymadan alış veriş yapmanın anısını çengelinde getirir. Ayaz mı ayazdır!.. Sebze donmuş, meyve donmuş, donmuştur... O hengamede görülen Pazar ve alınan balık!.. Nedendir bilinmez, balığı hep şiire benzetir!.. Çünkü o yıllarda balık ritüeline hep şiirin sesi eşlik eder, televizyondan... Yere yayılan döşek, bir odanın içerisinde paylanan “kalabalık” ve bir arada olmanın verdiği huzur!.. Geri gelmez bir mutluluğun verdiği hüzündür!..

Çocukluğumu hep Pazar yerlerinde ararım!..

Yağmur sesi, bir trafonun altına götürür beni... Çiğdem toplamak için yolunu tuttuğumuz tepelerin, ötelerin dönüşünde tutulduğumuz yağmurdan kaçmak için sığındığımız trafo!.. Nedendir bilinmez bir patlama ve çocuk yüreğimiz ağzımızda çil yavrusu gibi etrafa dağılışımız... Bir de apartman arasında, evden aşırdığım ekmek karnesiyle alınan kremalı bisküviyi yeme telaşı... Nedense yağmur eşlik ederdi!.. Bir de balkona sarkan zerdalinin dallarında filizlenen çağla!.. Yağmurla birlikte gelen müjde gibiydi... Silah Evleri’nin sokakları... Handiyse tavaf edilen evler, çamlık...

Hüznüm yağmurla dirilir!..

Ve hıçkırıklarım!.. İstanbul şahittir. Ağladım, bilirsin ey şehir!.. Hüznüm körpeyken henüz ve yormamışken daha senin caddelerinde, sokaklarında, ağladım, bilirsin... Yanımda ceddim, büyüğüm, kaybolmuştum sokaklarında... O gidince hüznü gerçek yüzüyle bildim. “Adam” olmuştum işte... ilk göz yaşım düştüğünde... Ne ayrılıktır o!.. Bir an gelir ve sen bir yöne o, öte yana gider. O bırakmıştır emanetini şehre!.. Sen onun peşinden salarsın çocukluğunu... Ve iki yönde çoğalan hüzün ve göz yaşı...

İstanbul, alır uyutur da büyütür hüznümü!.. Anne gibi...

Bir çocuk sesidir, büyütür içimizdeki çocuğu!.. Unutturur!.. Hercai çıkışların ve serazat zamanların gonk vurduğu andır. İçindeki yetişkin bu anı bekliyormuş gibi bir adım öne çıkar ve ispatı vücut eder. Şaşarsın!.. Sorumluluk bu mu ki!.. Kendini aşan ve çoğalan bir sebebiyet duygusu!.. Adımların sıklaşır, telaşın artar. Kaf dağını omuzlarına almış gibi koşarsın sağa sola...
Çocuk sesidir, büyütür en çocuksu yanlarımızı...

Ve bütün sesleri örten, sessizlik!.. Bir adam, cebinden çıkardığı iplerle bir oyun kurmakta!.. “Gün akşam oldu” diyor, vaktin bittiğine işaret edercesine... Eşrefpaşa’da ifşa ediyor sırrını, sessizce... İplerin tomarını çıkarıyor cebinden ve siyah ve beyaz iplerden bir denklik kurmaya çalışıyor. Gece ve gündüzden!.. Belli ki işi deliliğe vurup, bilgeliği elden bırakmıyor. Orada bir adam duruyor işte... Çocukluğum, gençliğim, yetişkinliğim... Dün sesimdi bugün sessizliğim...

Sessizliktir bütün seslerin mezarlığı...

Bütün sesler onun içinde!..

7 Nisan 2011 Perşembe

GAZEL

Dostlar posta koymuş meşki neyleyim
Dünya echel ve toymuş aşkı neyleyim
Zamane, insanı soymuş cismi neyleyim
Âşık Sorgunî pir sormuş cevabı neyleyim

Canım pervane misali visâli neyleyim
Görmem evlâd u iyâli aşk ateşindeyim
Göz tecavüzde hayali, setri neyleyim
Âşık Sorgunî sır olmuş gayrı neyleyim

Anlamaz halden ahali nâdanı neyleyim
Sözümün sükûttur hâli harfi neyleyim
Kimse anlamaz melâli neşeyi neyleyim
Aşık Sorgunî lâl olmuş lisanı neyleyim




sorgun