15 Eylül 2023 Cuma

SUR



Korkuyu görüyorum 

Gözlerinde 

Bir surun 

Açmış kulaklarını

Dinliyor

Bir Fatih haykırıyor 

İşitiyorum

Vurun!


Savunmasızım 

Eski çağ suru gibi

Bir kenar mahalle orospusu gibi

Soyunmuş iffetinden

Soyunmuş tarihinden

Gönlüm yıkık 

Restore edilmez haldeyim 

Birinci derece sit alanı

Durdurun bu talanı


Duvarımı örüyorum 

Ellerimle

Ölümle aramda

Bir durun

Herkes kıyamda

Tuhaf sesi duyuluyor 

Sûr'un


Azrail gizlenmiş Cebrail cübbesine

Truva atı gibi hilebaz

Bir rüya görüyorum

Deniz surlarında

Özgürlüğü hayal ediyorum

Hapsettiğim kendimi

Salıveriyorum

Bir tirhandil; bir tabut,

Sonsuzluk musikisinden bir nota

Ölümü afaroz ediyorum






3 Eylül 2015 Perşembe

MEDEA




Doğum denizlere tuzlu gözyaşlarıyla ağlayan
Ne kadar zaman sürer, kaç aylık ölür çocuk
Oysa onlar yüzme bilmez uzaklaşamaz kıyıdan
Sahile vurur bir narin beden, iki mavi boncuk


Medea, nasıl kıydı öfken masum çocuklarına
Saçlarının dalgasına bulaşmış bir damlacık kan
Kızıldeniz gibi açılıp, yol verseydin yolcularına
Kollarının arasında secdeye kapansaydı Firavn

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Oyuncunun “kepçe operatörü” olarak portresi


Poprişçin!.. Aksentiy İvanov!.. Ferdinand VIII, İspanya Kralı!.. Ya da yedinci dereceden bir memur olmaya yazgılı bir Rus kişisi… Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri isimli hikâyesi, inişli çıkışlı bir duygu dünyasının içinde gerçekliği hızla elinden kaybeden bir insanın ruh dünyasını anlatıyor. Ankara Devlet Tiyatrosu, Erdal Beşikçioğlu’nun tek kişilik muhteşem bir performansı ile İstanbul’da Tekel Sahnesi’nde oyunu sahneledi. Cem Emüler’in yönettiği oyunu, Coşkun Tunçtan dilimize çevirmiş. Sylvie Luneau ve Roger Coggio oyunlaştırmış. Sertel Çetiner’in dekor ve kostüm tasarımı, Seyhun Ayaş ve Zeynel Işık’ın ışık tasarımı oyunun fark oluşturan öğeleri olmuş. Erdal Beşikçioğlu, oyuncu olmanın yanı sıra yönetmen yardımcısı olarak da oyunda yer almış.
Oyun yedi yıldır sahnedeymiş… Ankara’ya birkaç kez niyetlendim, yer yok dediler. Seyircinin TC Kimlik numarasına göre bilet aldığı, bir kez seyredenin bir daha seyretmediği ya da biletlerin çok kısa bir “ân”da tükendiği sizlerin de malumudur. İstanbul’da sahneleneceğini duyunca, rica minnet bir kişilik yer bulabildik ve soluğu Tekel Sahnesi’nde aldık…
Yoğun sisin hâkim olduğu “meydan”da, bir vinç ve vincin sepetinde ayaklarını ve elinin bir kısmını görebildiğimiz bir oyuncu… Oyun başladığında, vinci adeta vücudunun bir uzantısı gibi kullanarak, iki “beden”i idare ederek, ortaya koyduğu “usta” oyunculuk ile belki de hepimizin belleğine, hayatına nadide bir ânı emanet bırakan bir oyuncu… Sahnede “aziz”leşen, “ermiş” gibi “gören”, “duyan”, “hisseden” bir oyuncu… Öyle ki, “Gogol”ü “paltosunun altından çıkaracak” denli ince işçilik bir oyunculuk, duygu ile bedenin at başı yol aldığı müthiş bir performans… “Rol”ü perişan eden, darmadağın eden, parçalayan ve içindeki “insan”ı sahnenin ortasında bir “insanlık anıtı” gibi diken bir görsel şölen… Her kelimeyi nota belleyip, kıvamında bir müziğin icra edildiği bir resital…
Çok şey söylenebilir Bir Delinin Hatıra Defteri için…
Belki sadece Erdal Beşikçioğlu demek kafi...
Bir oyuncudan (alışageldik) çok daha fazlasını veriyor sahnede… Bir kepçe operatörü gibi, ikinci bir bedeni, bir makineyi de sahnede oynatırken, muhteşem performansıyla, duygusuyla iki kişilik, üç kişilik bir oyunculuk sergiliyor. Kekremsi, buruk, tatsız, tuzsuz tiyatro evrenimize, nadirattan bir güzellik gibi düşüyor. Ve umutlandırıyor, gururlandırıyor seyirciyi…
Bütün salon ayakta alkışlıyor, üç kez çağırılıyor sahneye... Kopamıyor seyirci oyundan, sahneden, az önce seyrettiklerinin “gerçek”liğini arıyor etrafında...
Keşke diyorum içimden, Dünya izlese bu muhteşem oyuncuyu ve oyunu...
Adım adım deliliğe doğru kayan bir adamın güncesi olarak kurgulanan hikayeyi biliriz. Memurların hayatına aşina olan Gogol, Bir Delinin Hatıra Defteri’nde gözlemlerinden ve yaşadıklarının iz düşümlerinden oluşan canlı bir üslupla kurgular hikâyeyi. Bulunduğu yer ile düşlediği mevki arasında gelgitler yaşayan, sıkışmışlık duygusuyla isyanlarına pes edişlerini yamayan bir adamın duygularını günlüklerinden öğreniriz.
Bir Delinin Hatıra Defteri’nde yargılamadan, yaftalamadan bir memurun “sıkışmış”, anlık patlamalarla gün yüzüne çıkan ama içeride daha büyük infialler ile halden hale evrilen hayatı anlatılır. Bu infialler, daha sonraki zamanlarda toplumsal hareketliliklerin de işaretini verecek denli canlıdır. Üst derece memurlardan gördüğü tavrı kendisinden alt kategoridekine (Hizmetçi Mavra) yansıtan, üst kültürün alışkanlıklarına yakın (tiyatroya gider vs…) olmasına rağmen “aidiyet sorunu” yaşayan, “dikey” düzlemde hareket edemeyişiyle bir nevi “hapis” kalan Poprişçin’in, olası “dikey”, “düşey” salınımları ve “baş kaldırışı”nın trajik akıbetleri de oyunun başat gelgitleridir.
Yalınkat hayatına dâhil olduğumuz bu adamın sıkıntısı, “aşk”la gelir… Genel Müdürünün kızına duyduğu aşk üzerinden kurduğu “gerçeklik”, “Sofi”nin bir hassa subayına aşık olması ve evlilik kararı alması ile “kırılır”. “Dünyada bütün güzel şeyler zaten ya generallerin ya da hassa subaylarınındır” yılgınlığı ile bir başka “evren”e misafir olur, Poprişçin… İki köpeğin mektuplaşmaları ile uç veren ruh hali, an be an kendi kara sularından alır götürür bu orta yaşlarındaki adamı başka diyarlara… Kendi varlığını sorguladığı ve bir başka “gerçeklik” ikliminde kendisini İspanya Kralı sandığı zamanlar, çevresinden uzaklaştığı ve esrik bir kıvamda yalnızlaştığı bir hayatın koynuna sokar.
Trajik, komik, duygusal, isyankâr, sıradan, çocuksu, maceracı, deli… Bu sıfatları ve daha fazlasını etrafında toplayan Bir Delinin Hatıra Defteri, Erdal Beşikçioğlu’nun oyunculuğunda unutulmaz bir seyirlik haline geliyor. Bildik bir adresi tarif eder gibi, usta bir kaptan gibi oyun kişisinin ruh halinde gezdiriyor seyirciyi...
İleride konusu geçtiğinde, “Evet, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni Erdal Beşikçioğlu’ndan seyrettim” diyecek olmanın keyfini düşünüyorum.
Size iyi seyirler dilerim…
Ben fırsatını bulursam bir kez, birkaç kez daha seyredebilirim.

15 Haziran 2014 Pazar





Bir baba tanıdım!..


Bir baba tanıdım... 

On üçünde sırtlandığı dünyayı keşfetmek için, sırtında yorgan İstanbul sokaklarını arşınlıyordu. Okumadan yaşamaya başladığı satırlardan sızan acıyı içinde damıttı. Bir yabancı gibi adımlarken kentin ıssız sokaklarını, gizlice çocukluğuna ağladı. Don Kişotvari bir cesaretin sularına yelken açmış, bir göz odada aynı yazgıyı paylaşan üç kişiden biriydi..…Bir çocuk..…

Bir baba tanıdım... 

Bir balık saflığında, kabul etti önce dünyayı. Her misafir gibi boyun eğdi ev sahibinin şartlarına. Bütün buyrukları harfiyen yerine getirmeye yeminliydi. Öyle de yaptı. Önce unuttu bütün geçmişini, tövbekar bir mürit edasında. Öyle ki, unuttuklarını da unuttu. Canını acıtsa da bütün dayatılanlar, hoş gördü her buyruğu. Tez zamanda, dünya renginde bir çocuk olmuştu...

Bir baba tanıdım...

Kuytu bir yerde ansızın karşısına çıkan tanıdık biri gibi, ömrünün bir dönemecinde çocukluğunu gördü karşısında. Belleğinin ve bedeninin derununa itelediği çocukluğunu, naftalin kokuları eşliğinde kutsal bir seremoniyle çıkardı. Yaşamaklaydı derdi... Dünya gailesi, kuytulardan gizlice sokulurken can limanlarına, o okyanuslarda yelken açmayı yeğledi. Hatırlamanın coşkusuydu, esrik günlere balıklama dalmasına sebep. Yerçekimine meydan okuyor, bir günü bir ömür gibi yaşıyordu. Geceleri ularken gündüze, pencere sövelerinde bekleşenlerden habersizdi kuşkusuz. Ya da hatırına getirmek istemiyordu belli ki…

Bir baba tanıdım...

Erkenden bastıran bir fırtınada kalmış gibi, soğuk çalmış çiçek gibi bir başına. Çocuk yaşında uyandığı dünyada, etrafında gitgide kalabalıklaşan çocuk sesleriyle ergenliğini hatırladı bu kez. Her ne kadar sahilde kumdan kaleler yapmak idiyse de isteği, muhkem surlar inşa etmesi isteniyordu yeniden. İçindeki özgür çakalın sesinin kısıldığını, kuşların kanatlarının yolunduğunu hissetti. Küçük bahçesinde kurt köpeği besleyip, kuşları göğe salarak dindirmeye çalıştı özlemini. Ama her yaşam mağduru gibi hep bir kanadı kırıktı sonrasında..…

Bir baba tanıdım...

Bir kahraman değildi asla. Hangimiz kahramanız ki?.. Ama kahramanca savaştığı günler yok değildi. O günlerin avuntusuyla, hayatın rengine bürünmüş bir ademoğlu şimdi. Dün özgürce dolaştığı kentin sokaklarında bugün yorgun adımlarla ilerliyor. Artık ne çakalın adını anıyor, ne kuşların pırıltısı var gözlerinde. Kabullenmişliğin uysallığı ve mutiliğin işlevselliği sarmalamış durumda bedenini. Her gün yaptığı ve her gün yapageldiği şeyleri, yine yapıyor olmanın faydasına inanıyor.

Bir baba tanıdım...


Üzerindeki cilayı kaldırmak mümkün olsaydı, özgür bir çocuk olabilirdi belki. Ama mümkün görünmüyor. Çünkü, belleğinin hatırlayabileceklerini bugün bedeninin taşıması güç görünüyor.

Bir baba tanıdım!..

Benim babamdı o.

Bütün babaların ortak çizgisinde yaşıyordu.

Benim de!..

29 Nisan 2013 Pazartesi

Belki


değil mevsim yorgunluğu hiç değil
boy veren bir bahara enerjinin az gelmesi
belki çetin bir kışın yorgunluğu
belki diyorum içim razı değil
açıklayamıyorum bu durgunluğu
bir çiçeğe uzatmak istiyorum elimi
eğil diyorum az biraz eğil
an meselesi kavuşmamız
an meselesi azrailin gelmesi
bir kez olsun değsin ellerimiz
sevelim bir kez olsun birbirimizi
boy vermişken bahar yeşermişken aşk
yatıralım bedenlerimizi çimenlere
an meselesi azrailin gelmesi
an meselesi kavuşmamız
eğil diyorum az biraz eğil
bir buse ver ab ı hayat olsun
belki belki diyorum içim razı değil
solmasına bir gülün kucak açmışken
eğil diyorum az biraz eğil
kulağına fısıldayım sırrımı
değil aşk yorgunu hiç değil
lal ve ebkemim gözlerimi dinle
anlatsın bedbaht anlarımı
eriyor zaman tükeniyor mekan aynı
aynı her şey dekupeyim sepyayım
uzaklaşıyorum bahardan hızla uzak
kırık okum ve yayım
an meselesi kavuşmamız
an meselesi azrailin gelmesi
eğil diyor az biraz eğil
yorgun belli besbelli sesinden
ne var diyorum ne istiyorsun bayım
suskunlukla sürüyor konuşmamız
kulak kesiliyorum göz kesiliyorum
eksiliyorum
kapı aralanıyor geliyor beklenen
an meselesi kavuşmamız
eksiliyor zaman azalıyorum
eğil diyorum az biraz eğil
gelen belli ki  tanıdık değil
ayak seslerinden biliyorum
yorgun argın kaçamıyorum
bekliyorum
eğiliyorum az biraz eğiliyorum
fısıldıyor kulağıma
susuyorum

25 Eylül 2012 Salı

Kök damarım; Neşet Ertaş!..



İnsan bu ya, kendiyle, çevresiyle, zamanla, mekânla ve cümle ağniya ile bir aidiyet kurabilmek için bir “şey”e ihtiyaç duyar… Benim dünya ile kurduğum aidiyetin kök damarı, Neşet Ertaş’tı. Muharrem Ertaş ve O’nun avazının peşi sıra, Avşar Elleri’nden konup göçmekliğimiz, geçit vermeyen dağları aşışımız, kerpiç bir damın önünde ve ardında “toz”uşumuz daha bir anlamlı gelirdi.

Dahası var kuşkusuz, Neşet Usta’nın bir bozlağı beni bir “oba”nın kerpiç damında gezdirir, piramit gibi dizilmiş tezek yığınlarının arasından geçirir, bir köy düğününde, “ayağıma hava gitmiş” oynarken bulurdum… Hadi bunları da geçtik, Neşet Ertaş, baba’mdı, ülke’mdi, hüznümdü, yalnızlığımdı, göz yaşımdı, mahcubiyetimdi, cesaretimdi, ülkümdü, kökümdü, kök damarımdı!..

Çocukken, Kırıkkale’nin bir mahallesinde ikamet ederdik. Çocukluk hali, mahallede oynarken, şoför fikrinin marifetiyle babam yanaşır, beni arabaya attığı gibi yola koyulurduk. Kırıkkale’den Keskin’e doğru yola uzayışımızda, Fikri’nin susuşları ve arada bir eşlik edişlerini saymazsak, ben, babam yani nam ı diğer Deli Yaşar ve Neşet Ertaş vardı. Hasandede’den sonra yüzünü gösteren Bozkır, onun türküleriyle canlanır, dile gelir, ruhumuza sinerdi.

Cabadobası’na, ayran içmeye giderdik. Yolculuk, çözerdi bizi… Herkes kendi içinde yolculuğa çıkardı. Çocuk ben, yetişkin baba ve şoför Fikri, ortak bir noktada, Neşet Ertaş’ta buluşur, yolu ve hüznü yakın eylerdik. Coğrafya çetin, ne yüzüne bakılası bir yeşilliği var ne mutlu olunası bir havası… Fakat Mecnun’a Leyla sorulmazsa, bize de Bozkır sorulmaz, güzeldir… Bozkır'ın tozunu yutmayan, yelini yemeyen ve sessizliğine sinmeyen asla ve asla anlamaz dilinden. Ve bozkırın dilinden anlamayan, asla ve asla anlamaz Neşet Ertaş’ın dilinden…

Köy, uzaktan tek katlı, mavi (aşı boyalı) evlerin olduğu, yanlarında piramit gibi tezeklerin yükseldiği, genelde terk edilmiş görüntüsü veren bir yerdir… Hâkim bir tepeden baktığımızda, -hala da öyledir- çok şiirsel gelir, bu “bet yüzlü” köy… Dedik ya, Mecnun’a Leyla sorulmaz,… o kadar… Bu şiirselliğe, Deli Yaşar’ın çocukluğu eşlik ederdi. Sanki sanırsınız, çocuk ben değilim, o… Fikri’nin arabaya eşlik eden köyün “zağar”larına bir muziplik düşünür, arabanın camından çıkardığı koluyla, kuyruklarından tutarak, araba boyundaki hayvanlara kendince oyun ederdi. Bu karşılama faslının devamında, köyün çamura bulanmış, yamru yumru yolunda, dedemin evini her defasında yeniden keşfediyormuş gibi bulurduk. Keşfederdik çünkü ufak bir iki fark dışında, birini diğerinden ayırt etmeniz mümkün değildir.

Bu yolculuğun en sessiz tanığı benmişim demek ki… Bilge Neşet Ertaş, yetişkin ben, çocuk Deli Yaşar ve Fikri!.. Adı çıkmış ya Deli’ye, ne yapsa yeridir. Köyde çifteyi kapıp, büyük ağaçların üzerine kurulu tavana nişan alması mı dersiniz, Dedemin tavuklarını kovalayıp yakaladıklarını Fikri’nin arabanın bagajına istiflemesini mi dersiniz!.. Muzip adamdı vesselam, birinin sağlam bir duvarını gördü mü toslamadan geçmezdi. Dedemin o zamanki pintiliğini kendince böyle esnetiyordu.

Yeterince hüznünü yorduktan, çocukluğunu çıkarıp yetişkinliğinin ayırdına vardıktan sonra, aynı yola yine Neşet Ertaş ile düşerdik. Bir başka ritüel de dönüş yolunda başlardı… Gün akşama yaslanırken, eve iki çocuk olarak girerdik. Haylazlık yapmış, haşarı iki çocuk… Annem, çoğu zaman bu alan bitenden habersiz, sorgusuz sualsiz karşılardı bizi… Deli Yaşar ile benim ve de Fikri’nin arasında bir sırdı bu kaçamak yolculuklarımız… Harbiye Açıkhava’da konseri vardı ustanın… Kulise girdim, ayağa kalktı, elinde sazı… Yahu ustacım, utandırıyorsun benim gibi bir düzenbazı… Bırak, biz ayaklarımızı kırıp, oturalım dizinin dibine, yok. Elini öpmek istedim, izin vermedi. Anlattım sırrımı ben de… Deli Yaşar’dan, Fikri’den izin almadan… Söyledim, yolculuklarımızı… Ve çoktan ebedi âleme göçmüş babamın elini öper gibi öpeceğim Neşet Usta senin elini, dedim. Verdi elini, öptüm.

Deli Yaşar’ın bir delilik yapıp, neredeyse iki üç maaşını ipotek edip bir pikap aldığını biliyorum. Ve hala İzmir’de baba evinde bu plaklar durur. İki göz evin oturma odasının ortasına siniyi kurup, Neşet Ertaş’ın sesinde hüznünü yorduğuna çok şahit olmuşluğum vardır. Hüznü de, neşeyi de, dünyayı da, öteleri de, aşkı da … bu anlarda ezber ettiğimi, yıllar sonra anlıyorum. Babamın üzerine sinmiş bir Neşet Ertaş vardı ve Neşet Ertaş’ın üzerine sinmiş bir babam… Bugün, Neşet Ertaş’ı da kaybetmişken, ikisini birden kaybetmişliğin hüznünü yaşıyorum.

Yıllar sonra İstanbul’da, postmodern bir şehrin keşfettiği (!) bir “aziz” olarak, bozkıra bigane olanların gözüyle yeniden gördüm Neşet Ertaş’ı… Ardını ihata edemedikleri bir kültürün, önünde temenna durmuş bir çokları, tam da kestiremedikleri bir sevgi ile kuşatıyordu Usta’yı… İnanıyorum ki kendisi de, kendisini “öte dünyadan gelmiş” gibi huzura alan ve saygıda kusur etmeyen insanların bu temennasına bir anlam veremedi. Hatta bu geç gelen “şöhret”ten biraz da hicap duydu. Ki zamanında, “abdal” diye horlanan bir “şöhret”in sahibi değil miydi?.. Kız bile verilmemiş miydi, bu yüzden… Ahh, kör olası ön yargılarımız, bir sarmaşık gibi sarmaz mı benliğimizi…

Arada bir diş sızısı gibi “Neşet Ertaş ölmüş” şayiası çıkar, Almanya’yı ararız ve sesini duyunca, muzip bir edayla asparagas haberi paylaşıp, sağlık dileyerek kapatırdık. Hasta yatağında yine böyle bir asparagas çıkınca, eminim sevenlerinin üzüntüsüne dayanamadığından, kendi acısını unutup, twitterdan “iyiyim” mesajı yollamıştı.

Neşet Ertaş’ı, tevazuu ve kendine özgü duruşuyla, farklı bir “şöhret”in kapısından uğurluyoruz. Günümüzün pop ikonlarının, “ayağının türabı” olamayacağı duygusundayım… Onun, Bozkır’ın bağrından damıttığı sözleri, avazları, bozlakları, sazı ruhumuzun her dem inşasında yapı taşı olacaktır. (Kalan Müzik, sağ olsun, ustanın bütün eserlerini toparladı, her türlü takdire layık bir hizmet yaptı.) Sonrasında, türkülerle yolumuzu bulacak, yolumuzu türkülerden geçirecek ve türkülerle yürüyeceğiz geleceğe… Usta’da, avazı çıktığı kadar, türkülerin hakikatini çalıp söylemedi mi, yıllarca…

Ruhumun, ruh kökümün mimarı, kök damarım Neşet Ertaş!..

Nur içinde yat!..

Ve…

Babama selam söyle!..


“Hüznünü bal eyliyormuş…” dersin…

27 Eylül 2011 Salı

“Anadolu’nun “mühür” gözlerinde...

Yılankavi uzayan, tozlu, ince ve dar yolları Anadolu’nun... Gecenin zifiri karanlığında far aydınlığı böler geceyi ve bozkırı... Yolcular, uzar gider gecenin içinden... Çıkışsız dramların, kapalı, kıstırılmış bir mazinin ve durağan, bir kama gibi anın içine gömülmüş şimdinin insanlarıdır onlar... Savcı, doktor, polis ve kumandan... Anadolu kavşağında hikayeleri kesişmiş insanlardır. Dilleri, yürekleri mühürlü, ‘sır’lı insanlar... Anadolu’nun ortasında bir “mühür” kırılır... Bir sır ifşa edilir ve bir cinayet işlenir... Kimseler şahit olmasa da tabiattır şahidi... Rüzgar deli deli eser, havada yağmur yüklü bulutlar ufku tutar... İz süren komiser ve peşi sıra gecenin karanlığında Keskin’in tozlu yollarında ilerleyen Savcı Nusret (Taner Birsel), Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), oralı olan Şoför Arap Ali’nin (Ahmet Mümtaz Taylan) mihmandarlığında bir “mührün” peşine düşer. Kenan, (Fırat Tanış) bir Yusuf yüzlünün cinayeti ile yüzleşmiştir. Ezeli döngü, bir üçleme ile bir eksilirken, geçmişinde bu döngü ile yüzleşip bir eksilmişler de iz sürmektedir. Neşet Ertaş birleştirir öyküyü ve Toros’un içerisinde bulunan insanların yazgılarını; “Mühür gözlüm seni elden sakınırım kıskanırım...” (Bence türkü bu olmalıydı... Belleğim bu türküyü dillendirdi, aldattı beni belki ama olsun... Budur...)

Kıskançlık ve cinayet

Midas’ın sırrını ifşa eden sazlıklar, Anadolu’da şahit oldukları vahşeti haykırır. Rüzgar öyle bir eser ki kulak verseniz, bir çırpıda söyleyecektir şahit olduklarını... Yağmur, bulutların arasından gözlemektedir gizin çözülmesini... Taa ki insin aşağı ve temizlesin gözlerdeki, yüzlerdeki, yüreklerdeki ihaneti, cinayeti... Bozkırın içinde kıvrılıp uzayan yollar, beynin kıvrımları gibidir. Ki toprak cesedi saklar, beynin kıvrımları ihaneti... Nefes borusunda gizlidir “sır”... Tabiat sükunete kavuştuğunda bir sır daha ifşa edilmiş, bir döngü daha kırılmıştır. Ancak yine gök gürleyecek, yine kayalar şahitliklerini yüzlerine vuracak insanların ve yine bulutlar ufku tutup yağmuru indirecektir yere... Yazgı, budur... Bir “mühür gözlü”nün üzerine daha ihanetin gölgesi düşene dek sükunet içinde kalacaklardır.

Üçlü arayış...

Komiser, gerçeğin peşindedir. Acılanmış bir haneden uzak düşerken, dışarıda başka gizlerin ardındaki gerçeği arayarak unutur yazgısını... Kendi acısıyla yüzleşmekten daha evladır başkasının gerçeğini görmek. Yine de insan olmanın isyandan uzak olmadığını hatırlar her satır başında... Savcı, bir cinayetin izini sürerken geçmişin kırık dökük anılarının da Anadolu’nun ortasında yapıştığını, birleştiğini görür... Gördüklerinden kopar, geçmişinin izini sürer... Doktor, yaralı bir maziyi gerisinde bırakmış, hasarlı bir şimdide çakılı kalmıştır. Yarım kalmış bir hikayeyi devam ettirecek kadar askıdadır. Kadavrada gördüğü hakikat, geçmişte gömdükleri ile kıyasladığında büyük bir soru işaretini emanet bırakır zihinlere... Pencere, geçmişi unuttuğu bir anda geleceğe mi açılır? Ya da yeni bir yazgının, bir döngünün işaret fişeği midir? Bir türkünün feryadı, gecenin karanlığını ve bozkırı ikiye böldüğünde ancak verilir bu soruların cevabı...


Anadolu’da...

Nuri Bilge Ceylan, fastfood kültürün sinema ürünlerinin içerisinde bir demir leblebiyi draje olarak değil oldukça külliyatlı bir menü olarak sunuyor seyirciye... Seyirden uzak, hafızasız, dikkatsiz bir toplumun gözünün içine sokuyor hikayesini anlattığı insanların gözlerini... Hafızanıza kazınıyor, Kenan’ın, Arap Ali’nin, Savcı Nusret’in, Komiser Naci’nin, Doktor Cemal’in, Muhtar’ın, kızının, ölünün ve bilumum insanların yüzleri... Bu gözler, bu yüzler, taşa kazınanlar kadar kazınıyor zihnimize, yüreğimize... Keskin’in dar yollarında, karanlığın içerisinde dolaştırırken seyirciyi (kahramanlarını), aynı karanlığın içerisindeki yolculuğumuzu, korkularımızı, aşklarımızı ve bütün bunlardan örülü karanlık/aydınlık koridorlarımızı anıyoruz. Bu yadırgayış/yadırgatış, pek sevimli görünmeyebilir, drajeye alışmış çağın algısına... Bu gizem, bu ironi ve şiire, soyut resme uzanan kamera kullanımı, bu kendini hemen, bir çırpıda ele vermeyiş, bu soru işaretleri rahatsız edebilir, her şeyin tamamını dinlemeye alışmış/alıştırılmış zihinlerimizi... Ancak, sinema gibi bir simülasyonun içerisinde hakikatin dilini kullanmaksa maharet, bir ustadır Nuri Bilge Ceylan...

Kimi zaman dilde ama çokça kameranın önünde, gözlerimizin önünde anlatır masalını... Öyle ki gerçek, sürreel olanın da dilidir... Gündelik dil ile bir efsane oluşturmak, gerçekleri malzeme olarak kullanıp hakikatin duvarını inşa etmek, bu ustalığın ifadesidir. Bu anlamda Anadolu, birçok farklı hikayenin kesişim noktasıdır. Öte yandan orada düğümlenen bir hikayenin soru çengeline asılmıştır bu hikayeler... Bir Zamanlar Anadolu’da, ana hikayenin etrafına ördüğü yan hikayeler ile birlikte bilfiilden bilkuvveye, olandan olmuşa ve olmuştan olacaklara bir “pencere” açar. Kadın ve erkek arasındaki ezeli döngünün satır başlarına işaret eder. Dalından düşen bir elmanın, pınarın serin sularında yol alışı boşuna değildir... Göz, gize iliştiğinde ve erkek ile kadın bir denklemin denginde bir araya geldiğinde olacak olanlar, Anadolu’nun tozlu, yılankavi ve muğlak yolları gibi bir haritaya dönüşür. Muhtarın kızı ya da maktulün dul karısı ya da bir başkası... Döngüyü başlatacak bir satır başı gibidir... Bozkır gibidir insanların yüzü de... Derin izler vardır geçmişten... Gökyüzünde çakan her şimşek, hem toprakta hem bu insanların yüzlerinde bir gizi ifşa eder... Fakat, Nuri Bilge’nin kamerası merhametlidir de... Sevdirir onca acının çarkında ezilmiş karakterlerini...

Katışıksız bir anlatım...

Bir Zamanlar Anadolu’da, bir fotoğraf çekiyor... Karakterlerini acımasızca yargılamadan ve seyirciye yargılatmadan, saf hikayeyi anlatıyor. Sinema bakımından farklı bir deneyime hazır olmalısınız. Film, seyirciye yalın, hormonsuz ve her türden görüntü hilesinin uzağında, yalın gerçekle, hakikatle bir yüzleşme fırsatı veriyor. Yapay tatlandırıcıların kullanılmadığı görsel bir şölen... Sadece göze değil akla ve kalbe de söyleyecek sözü olan, seyirciyi edilgen değil etken bir şekilde hikayeye katan, gizini asla ifşa etmeyen, direnen, sakınan, kıskanan bir film, Bir Zamanlar Anadolu’da... İçinde mizahı olan, hikayesine ayine olduğu insanların güncelliğine kırmayan, onların açmazlarına, zorluklarına ayna tutarken hikayeyi anlatmaktan da geri durmayan bir iç tempo ile ilerliyor filmin zamanı... Her nasıl bir hız sarmalının içinden gelirseniz gelin, Bir Zamanlar Anadolu’da’nın zamanına teslim oluyorsunuz. Ve unuttuğumuz bir zamanın ve artık kullanmadığımız bir saatin tiktaklarını duyuruyor.

Memleket, anılar ve her şey...

O Toros’un içerisinde Neşet Ertaş’ın sesinden, bir türküyü duyunca, geçmiş yolculuklar gelir yadıma... Ben o tozlu yolların, kerpiç damın, bozkırın, güneşin büyüttüğü çocuğum... Belki de unutmadığı... Hakikat şu ki, kalbim o bozkırın toprağında atar, ruhum o kerpiç damın altında, gecenin zifirinde bir lüküs aydınlığında ışır ve gözlerim, hep biteviye uzayan bozkırın rengine bürünür... Bir Zamanlar Anadolu’da, her zaman Anadolu’da olacak bir mazinin izlerini getirir hatırıma... Belki de bu yüzden, aslında Bir Zamanlar Anadolu’da, bir başka okumanın da kapısını aralar zihnimde... Fakat şimdilik açılan bu pencerelerden gördüklerimi kendime saklamak ve Bir Zamanlar Anadolu’da’nın sizin zihninizde açacağı pencerelere referans yapmanın vaktidir.

Anadolu, hikayemizin/hikayelerimizin başladığı, demlendiği, dinlendiği, sağaldığı bir coğrafyadır. Bir Zamanlar Anadolu’da, bizi Anadolu’nun tozlu yollarında gezdirirken, yağmurunda yıkayarak temizliyor da...

Bu arınmaya hepimizin ihtiyacı var...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

SiYAS

                                                     Yanana rahmet, yakana lanet!..


Arama uzakta aramızda büyür yas
Zaman çoğaltır acıyı hanede yalnız
İki Temmuz’a u/yanmış şehri Sivas
Mahşeri bir anda donmuş bakmışız

Kara bir lekedir vicdanın üzerine
Çıkmaz geçer sene be sene tene
Madımak yanıyor diyen haberine
İbrahim dedim Firavn’ın lanetine

İnsan yapar mı öz kardeşine!..
Bu tragedya sahne üzerine büyük yük
İnsanlık yanıyor düştük neyin peşine
Bu caniyi bizler mi büyüttük?..

Yok hayır nesebi gayri sahihtir biline
Göğün altındaki hiçbir cana yakışmaz
Sahip olamayan eline beline ve diline
Melundur o günde Şeytan bile tanımaz

Gaip değildir zira faili meçhul olamaz
O kanlı el ve karanlık yüzün ilenci var
İnsan ki aşkla yanmıştır ateş yakamaz
Bir can suyudur alevle aramızda duvar

Ateş düştüğü yeri yakar hakikattir söz
İnsanlığa halel geldi küllerin arasında
Yüreğimizi dağladı yalazı kalp kaç göz
Pervanedir yananlar gayrısı is karasında

24 Haziran 2011 Cuma

Sen yokken...


                                                                     Mehtap'a...

Sen yokken hep bir yanım eksik
Sevmeyi unutuyorum, sözcükleri
Tanıyamıyorum kendimi
Bir çocuk gibi üşüyorum
Geceleri

Sen yokken hep bir yanım eksik
Korkuyorum karanlıktan
Dişlerimi fırçalamayı unutuyorum
Yemek yemeyi, çay içmeyi
Uykuyu

Benden seni çıkardığında geriye
Pek bir şey kalmıyor anlayacağın
Bohem bir adamım yılgın biteviye
Ev dağınık korkuyorum duyacağın

Sen yokken hep bir yanım eksik
Üstümle başımla sızıyorum öyle
Bu şehirde ıssızım elektrik kesik
Neresinden başlayım güne söyle

Kapının kilidi anahtara düşman
Balkonda çiçekler son nefesinde
Eşyanın serzenişini bir duysan
Hepisi bir kıyametin arifesinde

Sen yokken hep bir yanım eksik
Çalınmış harflerim
Sürgün gibiyim hayata
Ellerim mahcup ürkek yüreğim

Nereye gitsem yabancı nerede
İki kişilik uyur severdim işte
Teklik büyük yalnızlık büyüyor
İçimdeki zindan her gidişte

Sen yokken artıyor karanlığım
Geceler gündüzlere musallat
Biliyorsun ben çok dağınığım
İnfaz bekliyor içimdeki cellat

Hep bir yanım eksik sen yokken
Aynalarla konuşuyorum
Boşluğa anlatıyorum seni
Çocuk odasında büyütüyorum

16 Haziran 2011 Perşembe

Ay Tutulması’na…

Ay setretti cemalini cümle kem gözden
Ki arif olasın her dem varı kuşatan gizden
Hüznümüz hüşyâr eder âlemde bizi bizden
Gece uzar sabaha alır intikamını gündüzden

Kan revan ayalarımız kuytusunda zamanın
Sevişmelerimiz hüzün/boz ve boşluk taa
Çatısından düşerken birer ikişer dünyanın
Bir çocuk sinmiş içime suskun ağlamak taa

Yıldızların yüzü yok yüzsüzün hüznü olmaz
Ay başkadır yüzüm yüzüdür hüznüm hüznü
Bu kâse boştur ey saki her bade ile dolmaz
Güneşin alazıyla kaynamış meydir gökyüzü

Bu muamma ser hoş olmadan çözülmez zira
Bir gölge oyunudur suretlerin resmigeçidinden
Işık kaybolmuş ve ay girmiş gibi zifiri mezara
Çocuk gibi emiyorum hüznü gecenin imbiğinden