27 Eylül 2011 Salı

“Anadolu’nun “mühür” gözlerinde...

Yılankavi uzayan, tozlu, ince ve dar yolları Anadolu’nun... Gecenin zifiri karanlığında far aydınlığı böler geceyi ve bozkırı... Yolcular, uzar gider gecenin içinden... Çıkışsız dramların, kapalı, kıstırılmış bir mazinin ve durağan, bir kama gibi anın içine gömülmüş şimdinin insanlarıdır onlar... Savcı, doktor, polis ve kumandan... Anadolu kavşağında hikayeleri kesişmiş insanlardır. Dilleri, yürekleri mühürlü, ‘sır’lı insanlar... Anadolu’nun ortasında bir “mühür” kırılır... Bir sır ifşa edilir ve bir cinayet işlenir... Kimseler şahit olmasa da tabiattır şahidi... Rüzgar deli deli eser, havada yağmur yüklü bulutlar ufku tutar... İz süren komiser ve peşi sıra gecenin karanlığında Keskin’in tozlu yollarında ilerleyen Savcı Nusret (Taner Birsel), Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), oralı olan Şoför Arap Ali’nin (Ahmet Mümtaz Taylan) mihmandarlığında bir “mührün” peşine düşer. Kenan, (Fırat Tanış) bir Yusuf yüzlünün cinayeti ile yüzleşmiştir. Ezeli döngü, bir üçleme ile bir eksilirken, geçmişinde bu döngü ile yüzleşip bir eksilmişler de iz sürmektedir. Neşet Ertaş birleştirir öyküyü ve Toros’un içerisinde bulunan insanların yazgılarını; “Mühür gözlüm seni elden sakınırım kıskanırım...” (Bence türkü bu olmalıydı... Belleğim bu türküyü dillendirdi, aldattı beni belki ama olsun... Budur...)

Kıskançlık ve cinayet

Midas’ın sırrını ifşa eden sazlıklar, Anadolu’da şahit oldukları vahşeti haykırır. Rüzgar öyle bir eser ki kulak verseniz, bir çırpıda söyleyecektir şahit olduklarını... Yağmur, bulutların arasından gözlemektedir gizin çözülmesini... Taa ki insin aşağı ve temizlesin gözlerdeki, yüzlerdeki, yüreklerdeki ihaneti, cinayeti... Bozkırın içinde kıvrılıp uzayan yollar, beynin kıvrımları gibidir. Ki toprak cesedi saklar, beynin kıvrımları ihaneti... Nefes borusunda gizlidir “sır”... Tabiat sükunete kavuştuğunda bir sır daha ifşa edilmiş, bir döngü daha kırılmıştır. Ancak yine gök gürleyecek, yine kayalar şahitliklerini yüzlerine vuracak insanların ve yine bulutlar ufku tutup yağmuru indirecektir yere... Yazgı, budur... Bir “mühür gözlü”nün üzerine daha ihanetin gölgesi düşene dek sükunet içinde kalacaklardır.

Üçlü arayış...

Komiser, gerçeğin peşindedir. Acılanmış bir haneden uzak düşerken, dışarıda başka gizlerin ardındaki gerçeği arayarak unutur yazgısını... Kendi acısıyla yüzleşmekten daha evladır başkasının gerçeğini görmek. Yine de insan olmanın isyandan uzak olmadığını hatırlar her satır başında... Savcı, bir cinayetin izini sürerken geçmişin kırık dökük anılarının da Anadolu’nun ortasında yapıştığını, birleştiğini görür... Gördüklerinden kopar, geçmişinin izini sürer... Doktor, yaralı bir maziyi gerisinde bırakmış, hasarlı bir şimdide çakılı kalmıştır. Yarım kalmış bir hikayeyi devam ettirecek kadar askıdadır. Kadavrada gördüğü hakikat, geçmişte gömdükleri ile kıyasladığında büyük bir soru işaretini emanet bırakır zihinlere... Pencere, geçmişi unuttuğu bir anda geleceğe mi açılır? Ya da yeni bir yazgının, bir döngünün işaret fişeği midir? Bir türkünün feryadı, gecenin karanlığını ve bozkırı ikiye böldüğünde ancak verilir bu soruların cevabı...


Anadolu’da...

Nuri Bilge Ceylan, fastfood kültürün sinema ürünlerinin içerisinde bir demir leblebiyi draje olarak değil oldukça külliyatlı bir menü olarak sunuyor seyirciye... Seyirden uzak, hafızasız, dikkatsiz bir toplumun gözünün içine sokuyor hikayesini anlattığı insanların gözlerini... Hafızanıza kazınıyor, Kenan’ın, Arap Ali’nin, Savcı Nusret’in, Komiser Naci’nin, Doktor Cemal’in, Muhtar’ın, kızının, ölünün ve bilumum insanların yüzleri... Bu gözler, bu yüzler, taşa kazınanlar kadar kazınıyor zihnimize, yüreğimize... Keskin’in dar yollarında, karanlığın içerisinde dolaştırırken seyirciyi (kahramanlarını), aynı karanlığın içerisindeki yolculuğumuzu, korkularımızı, aşklarımızı ve bütün bunlardan örülü karanlık/aydınlık koridorlarımızı anıyoruz. Bu yadırgayış/yadırgatış, pek sevimli görünmeyebilir, drajeye alışmış çağın algısına... Bu gizem, bu ironi ve şiire, soyut resme uzanan kamera kullanımı, bu kendini hemen, bir çırpıda ele vermeyiş, bu soru işaretleri rahatsız edebilir, her şeyin tamamını dinlemeye alışmış/alıştırılmış zihinlerimizi... Ancak, sinema gibi bir simülasyonun içerisinde hakikatin dilini kullanmaksa maharet, bir ustadır Nuri Bilge Ceylan...

Kimi zaman dilde ama çokça kameranın önünde, gözlerimizin önünde anlatır masalını... Öyle ki gerçek, sürreel olanın da dilidir... Gündelik dil ile bir efsane oluşturmak, gerçekleri malzeme olarak kullanıp hakikatin duvarını inşa etmek, bu ustalığın ifadesidir. Bu anlamda Anadolu, birçok farklı hikayenin kesişim noktasıdır. Öte yandan orada düğümlenen bir hikayenin soru çengeline asılmıştır bu hikayeler... Bir Zamanlar Anadolu’da, ana hikayenin etrafına ördüğü yan hikayeler ile birlikte bilfiilden bilkuvveye, olandan olmuşa ve olmuştan olacaklara bir “pencere” açar. Kadın ve erkek arasındaki ezeli döngünün satır başlarına işaret eder. Dalından düşen bir elmanın, pınarın serin sularında yol alışı boşuna değildir... Göz, gize iliştiğinde ve erkek ile kadın bir denklemin denginde bir araya geldiğinde olacak olanlar, Anadolu’nun tozlu, yılankavi ve muğlak yolları gibi bir haritaya dönüşür. Muhtarın kızı ya da maktulün dul karısı ya da bir başkası... Döngüyü başlatacak bir satır başı gibidir... Bozkır gibidir insanların yüzü de... Derin izler vardır geçmişten... Gökyüzünde çakan her şimşek, hem toprakta hem bu insanların yüzlerinde bir gizi ifşa eder... Fakat, Nuri Bilge’nin kamerası merhametlidir de... Sevdirir onca acının çarkında ezilmiş karakterlerini...

Katışıksız bir anlatım...

Bir Zamanlar Anadolu’da, bir fotoğraf çekiyor... Karakterlerini acımasızca yargılamadan ve seyirciye yargılatmadan, saf hikayeyi anlatıyor. Sinema bakımından farklı bir deneyime hazır olmalısınız. Film, seyirciye yalın, hormonsuz ve her türden görüntü hilesinin uzağında, yalın gerçekle, hakikatle bir yüzleşme fırsatı veriyor. Yapay tatlandırıcıların kullanılmadığı görsel bir şölen... Sadece göze değil akla ve kalbe de söyleyecek sözü olan, seyirciyi edilgen değil etken bir şekilde hikayeye katan, gizini asla ifşa etmeyen, direnen, sakınan, kıskanan bir film, Bir Zamanlar Anadolu’da... İçinde mizahı olan, hikayesine ayine olduğu insanların güncelliğine kırmayan, onların açmazlarına, zorluklarına ayna tutarken hikayeyi anlatmaktan da geri durmayan bir iç tempo ile ilerliyor filmin zamanı... Her nasıl bir hız sarmalının içinden gelirseniz gelin, Bir Zamanlar Anadolu’da’nın zamanına teslim oluyorsunuz. Ve unuttuğumuz bir zamanın ve artık kullanmadığımız bir saatin tiktaklarını duyuruyor.

Memleket, anılar ve her şey...

O Toros’un içerisinde Neşet Ertaş’ın sesinden, bir türküyü duyunca, geçmiş yolculuklar gelir yadıma... Ben o tozlu yolların, kerpiç damın, bozkırın, güneşin büyüttüğü çocuğum... Belki de unutmadığı... Hakikat şu ki, kalbim o bozkırın toprağında atar, ruhum o kerpiç damın altında, gecenin zifirinde bir lüküs aydınlığında ışır ve gözlerim, hep biteviye uzayan bozkırın rengine bürünür... Bir Zamanlar Anadolu’da, her zaman Anadolu’da olacak bir mazinin izlerini getirir hatırıma... Belki de bu yüzden, aslında Bir Zamanlar Anadolu’da, bir başka okumanın da kapısını aralar zihnimde... Fakat şimdilik açılan bu pencerelerden gördüklerimi kendime saklamak ve Bir Zamanlar Anadolu’da’nın sizin zihninizde açacağı pencerelere referans yapmanın vaktidir.

Anadolu, hikayemizin/hikayelerimizin başladığı, demlendiği, dinlendiği, sağaldığı bir coğrafyadır. Bir Zamanlar Anadolu’da, bizi Anadolu’nun tozlu yollarında gezdirirken, yağmurunda yıkayarak temizliyor da...

Bu arınmaya hepimizin ihtiyacı var...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

SiYAS

                                                     Yanana rahmet, yakana lanet!..


Arama uzakta aramızda büyür yas
Zaman çoğaltır acıyı hanede yalnız
İki Temmuz’a u/yanmış şehri Sivas
Mahşeri bir anda donmuş bakmışız

Kara bir lekedir vicdanın üzerine
Çıkmaz geçer sene be sene tene
Madımak yanıyor diyen haberine
İbrahim dedim Firavn’ın lanetine

İnsan yapar mı öz kardeşine!..
Bu tragedya sahne üzerine büyük yük
İnsanlık yanıyor düştük neyin peşine
Bu caniyi bizler mi büyüttük?..

Yok hayır nesebi gayri sahihtir biline
Göğün altındaki hiçbir cana yakışmaz
Sahip olamayan eline beline ve diline
Melundur o günde Şeytan bile tanımaz

Gaip değildir zira faili meçhul olamaz
O kanlı el ve karanlık yüzün ilenci var
İnsan ki aşkla yanmıştır ateş yakamaz
Bir can suyudur alevle aramızda duvar

Ateş düştüğü yeri yakar hakikattir söz
İnsanlığa halel geldi küllerin arasında
Yüreğimizi dağladı yalazı kalp kaç göz
Pervanedir yananlar gayrısı is karasında

24 Haziran 2011 Cuma

Sen yokken...


                                                                     Mehtap'a...

Sen yokken hep bir yanım eksik
Sevmeyi unutuyorum, sözcükleri
Tanıyamıyorum kendimi
Bir çocuk gibi üşüyorum
Geceleri

Sen yokken hep bir yanım eksik
Korkuyorum karanlıktan
Dişlerimi fırçalamayı unutuyorum
Yemek yemeyi, çay içmeyi
Uykuyu

Benden seni çıkardığında geriye
Pek bir şey kalmıyor anlayacağın
Bohem bir adamım yılgın biteviye
Ev dağınık korkuyorum duyacağın

Sen yokken hep bir yanım eksik
Üstümle başımla sızıyorum öyle
Bu şehirde ıssızım elektrik kesik
Neresinden başlayım güne söyle

Kapının kilidi anahtara düşman
Balkonda çiçekler son nefesinde
Eşyanın serzenişini bir duysan
Hepisi bir kıyametin arifesinde

Sen yokken hep bir yanım eksik
Çalınmış harflerim
Sürgün gibiyim hayata
Ellerim mahcup ürkek yüreğim

Nereye gitsem yabancı nerede
İki kişilik uyur severdim işte
Teklik büyük yalnızlık büyüyor
İçimdeki zindan her gidişte

Sen yokken artıyor karanlığım
Geceler gündüzlere musallat
Biliyorsun ben çok dağınığım
İnfaz bekliyor içimdeki cellat

Hep bir yanım eksik sen yokken
Aynalarla konuşuyorum
Boşluğa anlatıyorum seni
Çocuk odasında büyütüyorum

16 Haziran 2011 Perşembe

Ay Tutulması’na…

Ay setretti cemalini cümle kem gözden
Ki arif olasın her dem varı kuşatan gizden
Hüznümüz hüşyâr eder âlemde bizi bizden
Gece uzar sabaha alır intikamını gündüzden

Kan revan ayalarımız kuytusunda zamanın
Sevişmelerimiz hüzün/boz ve boşluk taa
Çatısından düşerken birer ikişer dünyanın
Bir çocuk sinmiş içime suskun ağlamak taa

Yıldızların yüzü yok yüzsüzün hüznü olmaz
Ay başkadır yüzüm yüzüdür hüznüm hüznü
Bu kâse boştur ey saki her bade ile dolmaz
Güneşin alazıyla kaynamış meydir gökyüzü

Bu muamma ser hoş olmadan çözülmez zira
Bir gölge oyunudur suretlerin resmigeçidinden
Işık kaybolmuş ve ay girmiş gibi zifiri mezara
Çocuk gibi emiyorum hüznü gecenin imbiğinden

11 Nisan 2011 Pazartesi

SESLER...


Bir ses alır götürür sizi uzaklara... Bir ses, tutar elinizden ve getirir sizi kendinize... Sesten söze ve sözden kişiye uzayan bir çizgidir hayat. Kişilerin “kim”liği üzerinden kurulan çoklu bir denklemde, yüzler silikleşirken sesler dirilir hafızamızda. Uzakta, çok uzakta kalmış, üzeri örtülmüş, silik bir anı, anlık bir sesin titreşimleri içinde yeniden dirilir, İsrafil’in surunu duymuş gibi...

Arabanın motor sesinde kalır hayalim... Gecenin ıssızlığında, boş ve loş sokakta önce ses duyulur. Su motorunun sesini andıran patırtı, uzaklardan gelir, ruhumuzu yalar da geçer... Araba sesine iliştirdiğimiz “beklenti”yi boşa çıkarırcasına teğet geçer yalnızlığımıza... Oysa!.. Pencerenin sofasında bekleşen gözler, açılmış yatağa dönüp bir kez olsun bakmadan, “yitik” adamın gelmesini gözlemektedir. Uzar gece, uzak yalnızlığımız... Ve her geçip giden arabanın peşi sıra boşluğa sarılır umudumuz...

Arabalar şimdi öyle ses çıkarmıyor... O zaman başkaydı demek... Gecenin dinginliğini ikiye ayıran motorunun sesine inat, farları da yırtar geçerdi karanlığı... Bir, iki, üç... saymakla bitmezdi!.. Ve nihayet, aynı sesten bir ses, yüzünü gösterirdi sokağın başında yarımca... Tamamını asla göremezdik arabanın... Sokağın başında, burnundan hafif aralanırdı  arabanın sureti ve biz bilirdik içindeydi... Bir o kadar da arabanın içindeki karanlığa çakılı beklerdik. Sonra, işte sonra!.. Bir gölgeyi, gecenin karanlığına emanet bırakan araba, aynı sesle ve biraz da olay mahallinden uzaklaşan bir katil gibi uzaklaşıverirdi... Gölge, gecenin titrek ışıkları altında yalpalayarak eve doğru adımlardı...

Araba sesi, uzar gider içimde...

Uzayan bir bozlağın çengeline takılıp gittiğim “oba”m gibi... Bir soğuk yel damın ardından yeldirir yüzümüze. Köpeğin sesini işitiriz, tanımadık bir sima görmenin hararetiyle yüklenir zincirlerine. Biz biliriz, o da farkındadır, zincir kavi!.. Ama yine de “ihtimal” onu da bizi de heyecanlandırır. Koyunlar gelirdi, çıngıraklarını duyardık uzaktan... Ağıla girmeden taşın üzerine yayılan tuzu yalarken, etrafındaki hürmetkar koşuşturmacadan memnundular... Sonra, el feneri aydınlığında keşfedilen güvercinler... Rengarenk, taklacı!.. Yeşil mi yeşil “öz”de, pınarın gözünden içilen su!.. Ve pınarın sesi!.. Bir bozlak, beni götürür de “kerpiçten bir dam”ın önündeki ağacın altına bırakır!.. Bir bozlak, boz arazide Anadolu’nun bozkırında yeldirir ruhumu...

Neşet Usta’nın “ses”inde uzar gideriz “oba”ya...

Ağrıyan bir dişin çekilmesi gibi zamanı gelmiş her anıyı bir ses çekip çıkarır içimden... Ve mazinin boşaldığı anı kollar, ?.. Plaktan bir ses yükselir, “Sevemedim kara gözlüm...” Ses, alır götürür uzaklara... Boyundan büyük dağlara omuz atan bir “kara önlüklü” gelir gözümün önüne... Henüz anlamadığı bir alfabenin harflerini öğrenmeye çalışırken yakalar kendisini... Bir efkarın peşi sıradır, alamaz kendini... Sessizliğin ortasında haykırır sessizce öfkesini...

Pikapta aynı plak döner, günlerden hüzündür!.. Mevsim yaz, yazar!..

Bir satıcının ürkek sesidir yankılanan şehrin sokaklarında... Tablasında birikmiş, bayatlamaya yüz tutmuş “gobit”ler, adımlar şehri... Durduk yere “yel değirmenlerine” savaş açmış don kişot gibidir... En vahşi sahnesinde savaşın, ayrılmak ister. Lakin “cesaret” denen boşluk esir alır ruhunu. Gözü bir tablaya ve hala dağ gibi duran gobitlere bir akşamın inen karanlığında evlerine dönen telaşlı kalabalığa kayar. Hınçla, çaresizlikle ve çocuksu bir yitiklikle bağırır, sıcaaakkk gobiiittt... Kendi sesidir işte, şuracıktaki satıcı çocuğun sesi. Bir iki damla göz yaşı süzülür...

Hayat, tablanın üzerindeki gobitler kadar bayat’tır!..

Bir Pazar yerinin sesidir kulağında çınlar!.. Cumartesi pazarına gidişin, soğuk kış gününün ve karda kaymadan alış veriş yapmanın anısını çengelinde getirir. Ayaz mı ayazdır!.. Sebze donmuş, meyve donmuş, donmuştur... O hengamede görülen Pazar ve alınan balık!.. Nedendir bilinmez, balığı hep şiire benzetir!.. Çünkü o yıllarda balık ritüeline hep şiirin sesi eşlik eder, televizyondan... Yere yayılan döşek, bir odanın içerisinde paylanan “kalabalık” ve bir arada olmanın verdiği huzur!.. Geri gelmez bir mutluluğun verdiği hüzündür!..

Çocukluğumu hep Pazar yerlerinde ararım!..

Yağmur sesi, bir trafonun altına götürür beni... Çiğdem toplamak için yolunu tuttuğumuz tepelerin, ötelerin dönüşünde tutulduğumuz yağmurdan kaçmak için sığındığımız trafo!.. Nedendir bilinmez bir patlama ve çocuk yüreğimiz ağzımızda çil yavrusu gibi etrafa dağılışımız... Bir de apartman arasında, evden aşırdığım ekmek karnesiyle alınan kremalı bisküviyi yeme telaşı... Nedense yağmur eşlik ederdi!.. Bir de balkona sarkan zerdalinin dallarında filizlenen çağla!.. Yağmurla birlikte gelen müjde gibiydi... Silah Evleri’nin sokakları... Handiyse tavaf edilen evler, çamlık...

Hüznüm yağmurla dirilir!..

Ve hıçkırıklarım!.. İstanbul şahittir. Ağladım, bilirsin ey şehir!.. Hüznüm körpeyken henüz ve yormamışken daha senin caddelerinde, sokaklarında, ağladım, bilirsin... Yanımda ceddim, büyüğüm, kaybolmuştum sokaklarında... O gidince hüznü gerçek yüzüyle bildim. “Adam” olmuştum işte... ilk göz yaşım düştüğünde... Ne ayrılıktır o!.. Bir an gelir ve sen bir yöne o, öte yana gider. O bırakmıştır emanetini şehre!.. Sen onun peşinden salarsın çocukluğunu... Ve iki yönde çoğalan hüzün ve göz yaşı...

İstanbul, alır uyutur da büyütür hüznümü!.. Anne gibi...

Bir çocuk sesidir, büyütür içimizdeki çocuğu!.. Unutturur!.. Hercai çıkışların ve serazat zamanların gonk vurduğu andır. İçindeki yetişkin bu anı bekliyormuş gibi bir adım öne çıkar ve ispatı vücut eder. Şaşarsın!.. Sorumluluk bu mu ki!.. Kendini aşan ve çoğalan bir sebebiyet duygusu!.. Adımların sıklaşır, telaşın artar. Kaf dağını omuzlarına almış gibi koşarsın sağa sola...
Çocuk sesidir, büyütür en çocuksu yanlarımızı...

Ve bütün sesleri örten, sessizlik!.. Bir adam, cebinden çıkardığı iplerle bir oyun kurmakta!.. “Gün akşam oldu” diyor, vaktin bittiğine işaret edercesine... Eşrefpaşa’da ifşa ediyor sırrını, sessizce... İplerin tomarını çıkarıyor cebinden ve siyah ve beyaz iplerden bir denklik kurmaya çalışıyor. Gece ve gündüzden!.. Belli ki işi deliliğe vurup, bilgeliği elden bırakmıyor. Orada bir adam duruyor işte... Çocukluğum, gençliğim, yetişkinliğim... Dün sesimdi bugün sessizliğim...

Sessizliktir bütün seslerin mezarlığı...

Bütün sesler onun içinde!..

7 Nisan 2011 Perşembe

GAZEL

Dostlar posta koymuş meşki neyleyim
Dünya echel ve toymuş aşkı neyleyim
Zamane, insanı soymuş cismi neyleyim
Âşık Sorgunî pir sormuş cevabı neyleyim

Canım pervane misali visâli neyleyim
Görmem evlâd u iyâli aşk ateşindeyim
Göz tecavüzde hayali, setri neyleyim
Âşık Sorgunî sır olmuş gayrı neyleyim

Anlamaz halden ahali nâdanı neyleyim
Sözümün sükûttur hâli harfi neyleyim
Kimse anlamaz melâli neşeyi neyleyim
Aşık Sorgunî lâl olmuş lisanı neyleyim




sorgun

20 Mart 2011 Pazar

Doğum günü...

"Sizin hiç babanız öldü mü?.."

Benim bir kez öldü!.. O gün bugündür, ağızdan düşmüş bir dişi arar gibi ararım “dil”imle... Dil de gönüldür nihayetinde... Hani deseler ki, nedir mecaz ilminde karşılığı; düşünmeden göbek kordonunun kesilmesidir derim bidayetinde... Hayat, o saatten sonra daha bir tez canlı gelir üzerinize, yalnızlığınızdan fer alır da bilenir... Kendinizi zayıf ve savunmasız hissedersiniz. Göz yaşlarınız içinize akar da susarsınız. Çünkü babanız, yoktur...

Uzaklarda da olsa, varlığını bilmek, hissetmek güç verirdi oysa... Çoğu zaman teğet geçsek birbirimize de çocukluğun o engin dünyasından payımıza düşenler yeterdi de... Ne bileyim işte, birlikte adımladığımız yollar, takılmalar, kahvehanede soluklanmalar, onun esrik zamanlarında peşinden yol bulmalar... Gecenin köründe, yolunu gözlemeler pencere söğesinde...

Güzeldi yani...

Bir gün filmde defolar ortaya çıkmaya başladı... yeknesak devam edeceğini var saydığımız hayat, acı sinyaller veriyordu. Kim kondurur ki ölümü en sevdiğinin üzerine... Ne hikmettir, ümit hep gelir oturur böylesi günlerde... Bir ümit, bir ümit!.. Ama demir almak vakti gelmişken zamandan...

Neden mi anışım sebepsiz yere bu “an”ı...

Doğum günüm ya bugün... Alın size bir doğum günü anısı...

Balığım malum, zamanı sormayın bana... Taa dünden başlayıp Dünya zamanını bitirmiş olsa da içimde süren zamanlar vardır, anlar... Gelecekte var olacak zamanları tüketmişliğim kadar... Öylesi bir zaman işte... Bir boşluğun ardından, bir kayıp gidişin ardından, yasal işlemler malum...

Belki o vakte kadar hiç elime almadığım bir nüfus kağıdı; babamın...

Mamur soruyor öylesine, sıradan, bilgileri!.. Baba adı, anne adı, doğum yeri ...

O da ne ?..

Doğum tarihi!..

20 Mart 1942...

Kaç doğum günü geçmiş, habersiz...

Yazgı, “doğum”da birleştirmiş, bihaberim...

Teoman’ca bir öykünme ile “Babamın doğduğu gündeyim...” işte bugün...

Yıllar önce kaybettiğim bir yitiğin!..

İkindi hüznüdür neşeme gölge...

Bir de!..

Bir de yıllar yılı bir kez olsun farkına varamadığım!..

Ukde!..

O gün bugündür, zaten üzerinde durmadığım doğum günü ritüelinin üzerinde kalın mı kalın bir gölge!..

Durur öylece...

Hani “araf” denir ya, işte öyle...

Sevincim hüznüme mağlup, hüznüm sevincime...

Yenişemeyen iki attır, içimde koşturan...

Sanırım yazgı’m, bu...

İyi ki doğdun baba!..

Mutlu yıllar sana da...

Yattığın yer nur olsun!.. Huzur içinde bekle...

Bak bu kez andım seni, doğum günümde...

Yok yok, doğum gününde...

Böylesi iyi, daha iyi...

Oğlun...

1 Mart 2011 Salı

Kediler ve Balıklar

Havaya düşmezden önce duygulara düşer cemre. İlkin hayal gücünü ısıtır ateşiyle. Cemrenin sihirli elinin değdiği her canlı, bahar düşleri kurmaya başlar. Yakında uyanmaya başlayacak tabiatın ritmine uyanık olmak içindir gayreti. Bir mart soğukluğunda önünü kesse de kabuslar, yakında gelecek baharın düşüne uyanır inatla. Zemherinin ortasında, yağan kar tanelerinin peşi sıra sürüklenen hercai hayalleri biriktirip kardan umutlar yapmaktır hüner; düşlerin imbiğinden ümitleri süzmek..…
Mart, bir sokak kedilerinin düşlerini biler bir de balıkların...
Titrek gölgesinin eşliğinde ıssız sokaklarda gezdiği günler, korkularını devşirir bir kedinin. Hayatın öğütlediği ilk ders, kendinden gayrısına güvenme olur. Bu düsturun eşliğinde, uzağında kaldığı bir yaşamdan intikam almaya a(l)danır. Yalnızlığının koyulaştığı, birbaşınalığının yazgısı olduğu bir evrende, şairane sezgilerinin acılığını yaşar daha çok. Murdar gördüğü bir yaşama, bir cemre sıcaklığıyla uyanırken, masumiyetine hırsları; sevecenliğine öfkesi eşlik eder. Gururludur… Gölgesini kaybetmişçesine kaygılı olduğu günlerden, baharın müjdesini erken aldığı günlere gelmiştir. Yaşam, bir kez daha başlamaktadır. Bir daha asla kaybetmemecesine geçirir pençelerini hayata..…İçinde hayat taşıyan her şeye... Ölümüne ve hırsla..…
Bildik bir dünyadan, bilinmeyen deryalara yelken açmış garip bir balık için de çetin bir sınavdır mart. Alışamadığı ve asla alışamayacağı bir yerde, kalmanın, kalabilmenin kavgasını verir. Bütün yenik başlayanlar gibi, çekip gitmeye meyillidir. Kırgınlıklarını birbirine ulasa da, sevecenliğini esirgemez kimseden. Özgür deryalara dönme isteği sıkça depreşse de, yazgısının peşinden sürüklenir, durur. Mekanik aşkların ve rutin hayallerin diyarı, cehennemî bir çilegâhtır. Yabancılığını iliklerine kadar hisseder. Cismi gölgeye, gölgesi hayale, hayali halisünasyona dönüştükçe fark eder yok olduğunu. Kırgınlığı, gördüğü düş ile yaşadığı gerçeğin arasındaki ısı farkıdır. Nice cemreler dindiremez yılgınlığını. Anlatılanlar, tatlı bir masaldan, koca bir yalana dönüşür. Ilık meltemlerin tenleri okşadığı, serin yazlar beklerken; karlı, soğuk bir kış ayazında açmıştır gözlerini..…Hayat, cismini merkezden muhite doğru büyük dalgaların savurduğu bir meydandır. Ve, sürüklendiğini hissetmektedir, yaşamın merkezinden ölümün sahillerine... Korkusu çok geçmeden yazgıya dönüşür her balığın.
Kediler!.. Ne de çok severler balıkları!.. Korkularının sazlığında bahara uyanmışken, yaşamın kıyısından ölümün sahillerine kaymış bir balığı görmek, ne kadar da mutlu ediyordur onları. Ölümün soluğunu ensesinden savarken; bir başkasının gözlerinde görmek ölümün gölgesini, kim bilir nasıl bir hazdır? Teker teker yok oluşlardan, yaşam ummak, nasıl bir mutluluk?
Balıklar!.. Ne de çok severler kedileri!.. Kaygılarının gelgitinde sahile vurmuşken, son nefesini bir ölümlünün pençelerinde vermek ne de mutlu eder bir balığı. Ağırlığını taşıyamadığı bir hayattan azade kalmanın sorumluluğunu kediye yüklemenin huzuru yeter de artar bile. Ölüm, hiç de trajik değildir bir balık için. Cismi suya her aksedişinde, yüzündeki ölüm gölgesini görmenin aşinalığı vardır zira.
Düşleri ve kabusları bir bıçak gibi keser mart.
Kediler sözlüğünde hayattır adı; balıklar sözlüğünde ölüm!..