27 Eylül 2011 Salı

“Anadolu’nun “mühür” gözlerinde...

Yılankavi uzayan, tozlu, ince ve dar yolları Anadolu’nun... Gecenin zifiri karanlığında far aydınlığı böler geceyi ve bozkırı... Yolcular, uzar gider gecenin içinden... Çıkışsız dramların, kapalı, kıstırılmış bir mazinin ve durağan, bir kama gibi anın içine gömülmüş şimdinin insanlarıdır onlar... Savcı, doktor, polis ve kumandan... Anadolu kavşağında hikayeleri kesişmiş insanlardır. Dilleri, yürekleri mühürlü, ‘sır’lı insanlar... Anadolu’nun ortasında bir “mühür” kırılır... Bir sır ifşa edilir ve bir cinayet işlenir... Kimseler şahit olmasa da tabiattır şahidi... Rüzgar deli deli eser, havada yağmur yüklü bulutlar ufku tutar... İz süren komiser ve peşi sıra gecenin karanlığında Keskin’in tozlu yollarında ilerleyen Savcı Nusret (Taner Birsel), Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), oralı olan Şoför Arap Ali’nin (Ahmet Mümtaz Taylan) mihmandarlığında bir “mührün” peşine düşer. Kenan, (Fırat Tanış) bir Yusuf yüzlünün cinayeti ile yüzleşmiştir. Ezeli döngü, bir üçleme ile bir eksilirken, geçmişinde bu döngü ile yüzleşip bir eksilmişler de iz sürmektedir. Neşet Ertaş birleştirir öyküyü ve Toros’un içerisinde bulunan insanların yazgılarını; “Mühür gözlüm seni elden sakınırım kıskanırım...” (Bence türkü bu olmalıydı... Belleğim bu türküyü dillendirdi, aldattı beni belki ama olsun... Budur...)

Kıskançlık ve cinayet

Midas’ın sırrını ifşa eden sazlıklar, Anadolu’da şahit oldukları vahşeti haykırır. Rüzgar öyle bir eser ki kulak verseniz, bir çırpıda söyleyecektir şahit olduklarını... Yağmur, bulutların arasından gözlemektedir gizin çözülmesini... Taa ki insin aşağı ve temizlesin gözlerdeki, yüzlerdeki, yüreklerdeki ihaneti, cinayeti... Bozkırın içinde kıvrılıp uzayan yollar, beynin kıvrımları gibidir. Ki toprak cesedi saklar, beynin kıvrımları ihaneti... Nefes borusunda gizlidir “sır”... Tabiat sükunete kavuştuğunda bir sır daha ifşa edilmiş, bir döngü daha kırılmıştır. Ancak yine gök gürleyecek, yine kayalar şahitliklerini yüzlerine vuracak insanların ve yine bulutlar ufku tutup yağmuru indirecektir yere... Yazgı, budur... Bir “mühür gözlü”nün üzerine daha ihanetin gölgesi düşene dek sükunet içinde kalacaklardır.

Üçlü arayış...

Komiser, gerçeğin peşindedir. Acılanmış bir haneden uzak düşerken, dışarıda başka gizlerin ardındaki gerçeği arayarak unutur yazgısını... Kendi acısıyla yüzleşmekten daha evladır başkasının gerçeğini görmek. Yine de insan olmanın isyandan uzak olmadığını hatırlar her satır başında... Savcı, bir cinayetin izini sürerken geçmişin kırık dökük anılarının da Anadolu’nun ortasında yapıştığını, birleştiğini görür... Gördüklerinden kopar, geçmişinin izini sürer... Doktor, yaralı bir maziyi gerisinde bırakmış, hasarlı bir şimdide çakılı kalmıştır. Yarım kalmış bir hikayeyi devam ettirecek kadar askıdadır. Kadavrada gördüğü hakikat, geçmişte gömdükleri ile kıyasladığında büyük bir soru işaretini emanet bırakır zihinlere... Pencere, geçmişi unuttuğu bir anda geleceğe mi açılır? Ya da yeni bir yazgının, bir döngünün işaret fişeği midir? Bir türkünün feryadı, gecenin karanlığını ve bozkırı ikiye böldüğünde ancak verilir bu soruların cevabı...


Anadolu’da...

Nuri Bilge Ceylan, fastfood kültürün sinema ürünlerinin içerisinde bir demir leblebiyi draje olarak değil oldukça külliyatlı bir menü olarak sunuyor seyirciye... Seyirden uzak, hafızasız, dikkatsiz bir toplumun gözünün içine sokuyor hikayesini anlattığı insanların gözlerini... Hafızanıza kazınıyor, Kenan’ın, Arap Ali’nin, Savcı Nusret’in, Komiser Naci’nin, Doktor Cemal’in, Muhtar’ın, kızının, ölünün ve bilumum insanların yüzleri... Bu gözler, bu yüzler, taşa kazınanlar kadar kazınıyor zihnimize, yüreğimize... Keskin’in dar yollarında, karanlığın içerisinde dolaştırırken seyirciyi (kahramanlarını), aynı karanlığın içerisindeki yolculuğumuzu, korkularımızı, aşklarımızı ve bütün bunlardan örülü karanlık/aydınlık koridorlarımızı anıyoruz. Bu yadırgayış/yadırgatış, pek sevimli görünmeyebilir, drajeye alışmış çağın algısına... Bu gizem, bu ironi ve şiire, soyut resme uzanan kamera kullanımı, bu kendini hemen, bir çırpıda ele vermeyiş, bu soru işaretleri rahatsız edebilir, her şeyin tamamını dinlemeye alışmış/alıştırılmış zihinlerimizi... Ancak, sinema gibi bir simülasyonun içerisinde hakikatin dilini kullanmaksa maharet, bir ustadır Nuri Bilge Ceylan...

Kimi zaman dilde ama çokça kameranın önünde, gözlerimizin önünde anlatır masalını... Öyle ki gerçek, sürreel olanın da dilidir... Gündelik dil ile bir efsane oluşturmak, gerçekleri malzeme olarak kullanıp hakikatin duvarını inşa etmek, bu ustalığın ifadesidir. Bu anlamda Anadolu, birçok farklı hikayenin kesişim noktasıdır. Öte yandan orada düğümlenen bir hikayenin soru çengeline asılmıştır bu hikayeler... Bir Zamanlar Anadolu’da, ana hikayenin etrafına ördüğü yan hikayeler ile birlikte bilfiilden bilkuvveye, olandan olmuşa ve olmuştan olacaklara bir “pencere” açar. Kadın ve erkek arasındaki ezeli döngünün satır başlarına işaret eder. Dalından düşen bir elmanın, pınarın serin sularında yol alışı boşuna değildir... Göz, gize iliştiğinde ve erkek ile kadın bir denklemin denginde bir araya geldiğinde olacak olanlar, Anadolu’nun tozlu, yılankavi ve muğlak yolları gibi bir haritaya dönüşür. Muhtarın kızı ya da maktulün dul karısı ya da bir başkası... Döngüyü başlatacak bir satır başı gibidir... Bozkır gibidir insanların yüzü de... Derin izler vardır geçmişten... Gökyüzünde çakan her şimşek, hem toprakta hem bu insanların yüzlerinde bir gizi ifşa eder... Fakat, Nuri Bilge’nin kamerası merhametlidir de... Sevdirir onca acının çarkında ezilmiş karakterlerini...

Katışıksız bir anlatım...

Bir Zamanlar Anadolu’da, bir fotoğraf çekiyor... Karakterlerini acımasızca yargılamadan ve seyirciye yargılatmadan, saf hikayeyi anlatıyor. Sinema bakımından farklı bir deneyime hazır olmalısınız. Film, seyirciye yalın, hormonsuz ve her türden görüntü hilesinin uzağında, yalın gerçekle, hakikatle bir yüzleşme fırsatı veriyor. Yapay tatlandırıcıların kullanılmadığı görsel bir şölen... Sadece göze değil akla ve kalbe de söyleyecek sözü olan, seyirciyi edilgen değil etken bir şekilde hikayeye katan, gizini asla ifşa etmeyen, direnen, sakınan, kıskanan bir film, Bir Zamanlar Anadolu’da... İçinde mizahı olan, hikayesine ayine olduğu insanların güncelliğine kırmayan, onların açmazlarına, zorluklarına ayna tutarken hikayeyi anlatmaktan da geri durmayan bir iç tempo ile ilerliyor filmin zamanı... Her nasıl bir hız sarmalının içinden gelirseniz gelin, Bir Zamanlar Anadolu’da’nın zamanına teslim oluyorsunuz. Ve unuttuğumuz bir zamanın ve artık kullanmadığımız bir saatin tiktaklarını duyuruyor.

Memleket, anılar ve her şey...

O Toros’un içerisinde Neşet Ertaş’ın sesinden, bir türküyü duyunca, geçmiş yolculuklar gelir yadıma... Ben o tozlu yolların, kerpiç damın, bozkırın, güneşin büyüttüğü çocuğum... Belki de unutmadığı... Hakikat şu ki, kalbim o bozkırın toprağında atar, ruhum o kerpiç damın altında, gecenin zifirinde bir lüküs aydınlığında ışır ve gözlerim, hep biteviye uzayan bozkırın rengine bürünür... Bir Zamanlar Anadolu’da, her zaman Anadolu’da olacak bir mazinin izlerini getirir hatırıma... Belki de bu yüzden, aslında Bir Zamanlar Anadolu’da, bir başka okumanın da kapısını aralar zihnimde... Fakat şimdilik açılan bu pencerelerden gördüklerimi kendime saklamak ve Bir Zamanlar Anadolu’da’nın sizin zihninizde açacağı pencerelere referans yapmanın vaktidir.

Anadolu, hikayemizin/hikayelerimizin başladığı, demlendiği, dinlendiği, sağaldığı bir coğrafyadır. Bir Zamanlar Anadolu’da, bizi Anadolu’nun tozlu yollarında gezdirirken, yağmurunda yıkayarak temizliyor da...

Bu arınmaya hepimizin ihtiyacı var...