26 Kasım 2010 Cuma

Güleceğim…

Güleceğim
Ölürken milyarinsan
Bulurken ölümü
Erken
Bekletmedin zamanıydı
Diyeceğim Azrail’e
Şehadet ederken
Tebessüm olacak yüzümde
Esaslısından
Kim bilir kimler çattı
Kaşlarını da
Nefesini verirken
Üzdü zira
Bir damla yas dünya kadar
Ağırdır ölüye
Bakın ben gülüyorum
Gülün siz de
Bu öldübittiye
Sanmayın ki bu
Veda
Sonlu bir ayrılık
Hayır hayır
Buluşmak üzere
Gidiyorum
Gelin diyemem
İş güç
Malum dünya ahvali
Anlıyorum fakat
Simanızdaki melali
De haydi gidin siz de
Değmez
Hakkınızı edin helâli

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ben, Deli Yaşar ve Neşet Ertaş...

Çocukluğun bucaksız ikliminde, geceden alıp gündüze yamadığımız, oyun düzleminde eşitlendiğimiz günlerdi. Sokağın kapılarını ardına kadar açtığı günlerde, çocuksu bir oyunun içinde eritirdik hayatı. Bu seyreltik özütten yedikçe gürbüzleşeceğimizi düşünürdük. Bu demlerde, “Deli Yaşar”ın gündüzü ve geceyi ekinoks denkliğinde yaşadığını bilirdik. Nedense küçüklere bağışlanan oyun oynama hakkı, büyükler için sakil bulunurdu. Ancak o işi deliliğe vurur ve çoluk çocuğa karışmış bir yet(iş)kin olarak, hayatla kendince oynamayı sürdürürdü. Onun oyunlarına çokça katıldığımı söyleyebilirim. Top oynarken ya da çelik çomak, bir anlık geçiş şaşkınlığının ardından kendimi “Fikri”nin mihmandarlığında yollara düşmüş bulduğum çok oldu. Bu oyundaşlığımız “oğlunu bir an önce büyütme” telaşındaki bir babanın aceleciliğini taşır gibi görünse de, bir “sırr”ın paylaşımı anlamında farklı bir yetke ile de donatmıyor değildi çocuk beni. Her daim ‘marş’a basmaya hazır “Fikri”; her daim yolculuğa hazır ben; işi ‘Deli’liğe vurup uzun yaşamanın derdindeki “Yaşar” ve Neşet Ertaş...
Bir yolculuk öyküsüydü aslında o günler... Kırıkkale’de başlayıp, Keskin’e oradan da Cabad Obası’na uzanan... Deli Yaşar’ın gün boyu esrimesinin doruklarında, baygınlıktan azat olmak için bulduğu kurnazca yolun yolcusuyduk bizler... Hasandede’yi geçer geçmez, bir bozkır alacasında yolculuğa Neşet Ertaş’tan bir bozlak eşlik ederdi yol boyu. Bazen hüzne bulanan bazen neşede sallanan yolculardık. Bir çocuk kayıtsızlığında, hüzne ve neşeye mesafesiz uzaklıktaydım. Belki anlamadığım bir dil kodlanıyordu o günlerde, çocuksu bilincimde. Şifresini uzun yıllar sonra çözeceğim... Bir ayran sağaltımında ve duruluğunda sığındığımız bir duraktı oyun. Aslında her oyunda olduğu gibi, Deli Yaşar’dı baş aktör. Bizlerse figürandık...
Bozkır’ın uçsuz bucaksız boşluğunu bir avaz doldururdu... Mecnun’un, Leyla’nın, Aslı’nın ve Kerem’in aşkı gibi bir aşktı bu. Kimi zaman Mihriban ve Sarı Kız oluyordu maşuk; kimi zaman Zahide ve Acem Kızı. Muhayyel bir aşkı mı anlatıyordu yanık sesli bu adam değilse, bir aşktan ciğeri yanmış da bütün aşkların hayal olduğunu mu imliyordu? Kim bilir!.. Sesindeki hüznün yoldaşıydık bizler... Ne Mihriban’ı tanıdık ne Zahide’yi... Oysa yıllar sonra her aşkta, bu maşuktan bir iz bulduğumuzun da farkına vardık. Ve Deli Yaşar’ın esrikliğinin sırrına da bir köşesinden de olsa ancak ilişebildik.
Suların musluktan akmadığı günlerdi. Her özün yanı başında bir yeşillik karşılardı insanı. Adına bozkır dense de hayatı taşırdı özünde toprak. Ona umut bağlamışların yüzünü kara çıkarmazdı. Kendi adı çıksa da kötüye... Ağaçlar yemişlerini esirgemez, koyunlar gürbüz toklular kuzulardı. Hüznü besleyen neşeydi o günlerde. Hayatı katlanılır kılan bir gayretkeşlik vardı...
Aradan yıllar, yıllar geçti... Bir bayramın neşesini paylaşmak ümidiyle çıktım yola... Deli Yaşar yoktu yanımda. Neşet Ertaş’ın avazı bozkırın sesine karışmıştı, kendisi uzaklarda... Fikri’yi aradım, bulamadım. Çocuksuluğun zamansızlığında masalsı bir çabuklukla kaybolan yol, bitmek bilmiyordu. Bozkır aynı bozkırdı lakin, öz suyu çekilmişti. Ağaçlara kurtlar musallat olmuş, koyunlar kısırlaşmıştı sanki... Ölünün bedeninden nasıl çekilirse kan, toprağın da bağrından öyle çekilmişti hayat... Hayatın durağanlığına karşı koyamayan her Neşet, durgun suyun dışına savurmuştu kendisini... Benim gibi...
Ya Aşk?.. Dane dane benli, sarı saçlı, gara gaşlı, zülüflü, cilvelice nazlıca, Kibar Kız’lar, Acem Kızları, Sarı Kız’lar, Zahide’ler, Mihriban’lar nerelerdeydi? Kim bilir hangi varoşun zemin katında, demir parmaklıklı penceresinden bozkırın sesini, nefesini dinlemeye durmuştu. Uğruna aşknameler yazacak bir “abdal” bulamamanın yozluğunda, hangi hüzün sağanağına tutulmuşlardı? Kimbilir?..
Bayramda Keskin’e, Cabad Obası’na düştü yolum...
Bozkırın sesini dinledim...
Hüzün yüklüydü!...

7 Kasım 2010 Pazar

İstanbul akıyor damarlarımda!..

Kentimin sokaklarını her arşınlayışımda, hikâyesiz insanları gibi haneler dikiliyor karşıma. Toprağından kopmuş, bir şekle bürünmüş her imar bloğu, aciz bedenini parlak ve cilalı betonun üzerinde sürüyen sürüngenlerden farksız görünüyor. Topyekûn bir şekilsizliğin koynunda boy atıp gelişen bu yerden bitmeler, her sokak başı bir heyula gibi kesiyor yolumu. Arsızlığı yüz boyu, fütursuz, hoyrat bu nevzuhurlar giriyor rüyalarıma. Kan ter içinde uyanıyorum uykusuz sabahlara.
Tekin olmayan bir yerden geçerken ecinnilerin saldırısına uğramış ve çarpılmış gibiler. Eciş bücüş gövdelerini dört ayakları üzerinde güçlükle tutarken, aczini anlamaktan ne kadar da uzaklar!.. Ufkunu işgal ettikleri kentin manzarasına hayli hakimler oysa. Yersiz yurtsuzluğunu örtmek için, şişirdikçe şişiriyorlar egolarını. Bu terazi bu kadar sıkleti çekmez mi? Çeker, onlara göre. “Asma”sıyla “Çekme”siyle boyuna uzuyorlar!.. Gökyüzünün hesabını kim sorabilir ki onlara!..
Her taşra açıkgözü gibi, biribirinin omzunda yükseliyor. Sırt sırta, omuz omza intikam alıyorlar geçmişten. Devir, onların!.. Mayoz bölünüp, kendi çarpanlarıyla çoğalıyorlar. Prefabrik bir özden süratle çoğalmış, birbirinin fotokopisi zevksizliğin eseri çoğu... Köklerini bıraktıkları yerlerden en ufak bir esinti taşımıyorlar. Koyu bir kimliksizliğin esiri çoğu... Yaftalandıkları esaretin ağırlığından habersiz, keyfini sürüyorlar hayatın.
Kentimin sokaklarında geziyorum… Her köşe başı, kendi köksüzlüğümü haykırıyor yüzüme. Hiçbirinde bir iz yok benden!.. Girift bir korku seziyorum, hanelerde. Korkuyorum. Ayaklarımı bastığım zemin kayıyor. Sallanıyor, arz!.. Bir korku ürüyor, binaların yüreğinde. Şaşkın gözlerle ufku tarıyorlar. Aczinin doruklarında, boş bir bakış akşediyorlar çevreye. Can havliyle daha bir yakınlaşıyor, tutunuyorlar birbirlerine. Ferleri sönmüş dizlerine inat!..
Kerpiç evinin hülyasına dalmış her kentli, gecenin zifirinde, balkonlardan gökyüzüne ağıyor. Bu kentte, bahçeye, sokağa açılmıyor evler. Pencereler kör kuyu; kapılar mahşer!.. Muhayyel bir kıyameti müjdeliyor her şey. Sokak aralarında çocuklar kayboluyor. Çocuklar, sokak aralarında kaybediyor kendini. Çocuklar, sokak aralarında büyüyor. Sokak aralarında ölüyor, çocuklar…
İstanbul!.. Gidiyorum; eksilmiyor. Geliyorum; artmıyor. Seviniyorum, paylaşmıyor neşemi. Ölüyorum, tutmuyor yasımı. Duyargaları keçeleşmiş, kan dolaşımı zayıflamış devasa bir hilkat garibesi gibi. Kösnül, biri diğerinden farksız günlere güneşler doğarken, geçmişini kaybetmiş, bugünden bihaber!..
Ben!.. Yaşıyorum; kayboluyor izim. Yazıyorum; yitiyor sesim. Geçtikçe yıllar, gitgide İstanbul oluyorum. Her köşe başında yol kesen umacı benim. Benim, devasa binalarla, güneşi sokmayan evlere. Rüyaları bölen kâbus; çocukları bekleyen ölüm; tomurcuklanan her düşü çalan, benim!.. Azmış egoma yükseklerde tatmin arayan da benim!.. Ben!..
Sokaklarında geziyorum İstanbul’un!..
İstanbul, akıyor damarlarımda!..

31 Ekim 2010 Pazar

boşluk

bir yanım soğuruyor
ruhumu
anlamsız şeyler
üşüşüyor
göğüme
boşlukta her yön
sözsüz
bir çift
göz
sorguluyor anı
bensiz kalamıyorum
benden önce
bir ben
yaşıyor bende
benden sonra
ben
ölüyor
içimde
bir yanım uyanıyor
yazgısına
dolambaçlı yollarda
çembersiz
koşturmasına
doğmuşluktan garip
utangaç
varlığına
uçuk renkli
dünyalarda
yurtsuzluğuna

gitsem boşluk
boşluk kalsam

dolmuyor

23 Ekim 2010 Cumartesi

Mecusi kızıl

gözlerin
mecusi yangılı
ufkumda tüllenir
göklenir bir kuş
gölgesi gölde
guruba doğar
bir çocuk avuçlar
sigara dumanını
gün ağarır
ölünün üstüne
yalınkat
oyun
yerçekiminde sınanan
ne oyun gerçek ne
aşkımak bir çağ
fiil çekiminde
sonlanan
bir bakış
nihayetinde
bir susuş
vakit kıyamet
kanadı kanar kuşun
kan oturmuş gözlerim
çocuk ağlamakta
kelimeler
susar susarım
ana yazgılı
aşk
günbatımında
seğirmekte
gözlerim

“hayırdır”…

El yazması

gözler cumbasında
ayak seslerini ölümün
el yazması aşklar
demlenir camda buğusu
gergefinde göz yaşı
nazenin bir ah
dilinde
devşirme yaşar
saraylı
tükenmişliğini yılların
örter üzerine
yorgan gibi
sıcak
ağyara sürmeli
sur çekmiş
gözlerine
kalbinde mühür
susku
dudağında
zaman eskir
sevdalar
beklemek kadar
taze
ölmek kadar
ansız
kapı aralığından
sızar
gündelik anlar
hoyrat
yaşamak ölüme inat
demli aşkların
sağanağında
camdan kalplere
yaslanıp
şekerli çay
söylemek

17 Ekim 2010 Pazar

ŞARTLI TAHLİYE

Eskişehir sokaklarında
Bir garip Porsuk
bencileyin
Kurumuş göz pınarları
Kuşluk vaktinde dolaşıyor kenti
Bir gölge gibi
Sırtına vurulmuş kemerler
Pusuda bir hain gibi bekler
Porsuk, yalnız, mazlum, kimsesiz
Onu bekleyen sondan habersiz

Porsuk kenarında
Bir garip Adam
Sencileyin
Canı yanmış yarım sevdalardan
Müntehir vedalardan
Salıveriyor
göz hapsindeki yaşlarını
Şartlı tahliyeli zamanlara
Yönsüz uzamlarda kayboluyor
Adressiz sevdalara yanıyor
Emanete bırakıyor, üşüyen yüreğini

Porsuk ve O Adam
İki yalnız yoldaş
Bizcileyin
Sevda süreğinin yolcuları
Kayboluyor adımları bir kentin sokağında
Yüzleşiyorlar, bir günün şafağında
Bin yıllık sevda tarihinin ilenciyle
Porsuk ilerliyor; Adam yürüyor
Eskişehir, uyuyor!..
Ayrılık kavşağında, aşk büyüyor…

16 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Düş

Bir düş
Dile
İki kişilik
Masal ülkesinde
Geçsin
Şimdilik
Aşkın yurdunda
Gerçeklerden uzak
Bir düş
Hele
Bir hecelik
Zamane dönencesinde
Bitsin
Bitevilik
Yaşam vurduğunda
Azraildir aşk
Bir Düş
Bile
Gündelik
Kendi ölümünde
Seksin
Postmodernlik
Moda olduğunda
Duygusal robot olsak
Bir düş
Sadece
Kutsal ilkellik
Yeniden geldiğinde
Gizlenmesin
Derinlik
Güneş doğduğunda
Aşka uyusak

11 Ekim 2010 Pazartesi

Ben

Güneşle gelendim
Yakamozdum Boğaz'ın sularında
Bulutlar çevreledi göğümü
Çınar diplerinde gölgelendim
Gece yarısı üç sularında
Düşledim ölümümü

Suyla gelendim
Uzak diyarlardan ağrı çağıldadım
Çelik kafesli bentler vurdular gövdeme
Ferhat’tan ayrı düşen Şirin’dim
Kendimi mücerret bir aşka adadım
Asidir mührünü vurdular göğsüme

Kumla gelendim
Günden uğrun sokuldum
Şehrin kuytusundan içeri
Ağulu mazgallarda elendim
Hamdım yandım piştim oldum
Döndüm gerisin geri

Ben hiç gelemeyen ve gelemeyecek olandım
Ben hep giden ve dönemeyen adamdım
En ezik, en yenik, en gücenmiş bendim içinizde
Bendim doğruyu haykıran ses yüreğinizde
Ben içinizde ölendim…

10 Ekim 2010 Pazar

Susku

Aşktandır
en derin susuşlar
gerçeklerin koynunda
çoktandır
süren unutuşlar
-miş’li zamanlar
bugün bitti
yaşamış, sevişmiş, gezmiş, miş…miş
bir tükeniş
bir ümitti
bir gülücük güneşim
karanlıktayım
boşluk avuçlarımda
şimdi
ıssız zamanlar
uzanır önümde
beklerim
kapındayım

9 Ekim 2010 Cumartesi

Nil

Gözlerim kurak
Ruhumda çöl fırtınası
Bırak
Yanayım ateşinde
Piramitler aşka tuzak
Her gidişin
Yaşamı eksiltmede
Serap
Varlığındı
Yokalemde bir vaha
Aşk
Nil bereketi
Ama
Geçmesin bir daha
Gönül çölümden
Aldatmasın kuraklığımı
Dinleneyim
Kum fırtınalarında
Serinleyim
Çöl sıcağında
Seninleyim
Uzaklığında

                                                               (Kahire için'de...)

İlkel

Bizler, nostalji kuşağının çocukları, geçmişin izlerini bugünde kaybetmiş olmanın hüznüyleyiz. Hormonlu duygulanımlar çağında, ilk duyguyu keşfedebilmenin kavgasındayız. Çekip gitmek, gidip saklanmak ve kaybolmak istememiz bundan. Bundan, bir çekimser bir karamsar hülyalara dalmamız. Coşkumuzun süreksiz, sevdalarımızın kurak geçmesi bundan. Kapısını tıklattığımız adreste aradıklarımız yok. İzini sürdüklerimiz ise asla bulmak isteyeceklerimiz değil. Tezat bu!..
Uzayan kalabalıklara dalıp, tanıdık bir yüz arayışımız, nafile!.. Aradığımız rengin karışım oranları bilinmiyor artık. Yüzyıllar öncesinden keşfedilmiş bir motifin izlerini sürüyoruz. Yüz çevirdiğimiz her kapı, artırıyor yalnızlığımızı. Kafdağı’nın ardındaki hayal ülkeyi arıyoruz, beyhude çırpınışlarla. Onlarca, binlerce, milyonlarca, milyarlarca insan yekvücut aynı dramın aktörleri oluyor. Her köşe başında, kendi yüzümüz karşılıyor bizi.
İki bin üç yaşında doğuyor çocuklar!.. İki bin beşte yürüyecek!.. Asırlık bir merhabayla, gülümsüyor dünyaya. Dünya yaşlı, insanlar da!.. Sırtımıza abanan yıllarla belimiz bükülmüş, acuze ihtiyarlarız şimdi. Her yeni, asırlar öncesinden gelen naftalin kokulu esintiyle, sıradanlığın sığlığında kayboluyor. Anonim marjinallikler yaşıyoruz; modüler farklılıklar!.. Benzeşmekle yazgılanıyor; coşkusuzlukla yargılanıyoruz. Dümenini okyanuslara çevirdiğimiz her gemi, bir ters akıntıyla sığ sulara sürükleniyor.
Yaşanmışlıklardan medet umuyor; alışkanlıklarımıza sığınıyoruz. Beş duyumuzun üzerini, kalın bir duyarsızlık yorganıyla örtüyor; karanlık akşamlarda uyutuyoruz. Hayat suyunu çıkarsın diye açtığımız artezyenden ölümcül gazlar çıkıyor. Eterden esrik, divane seyyaleleriz. Her esinti, bilinmedik adalarda bırakıyor bizi. Her adada, bildik bir gemi bekliyoruz. Gözlerimiz ufka çakılı, boşlukta karıncalanıyor. Bulanık bilincimiz; ölüşken duygumuz ve arızalı hislerimizle bir düşe uyuyoruz.
Gerçekten sürgün, düşlemlerimizin derinliğinde kayboluyoruz, aradığımızı bulmak ümidiyle. Çocukların, doğarken dünyaya güldüğü dönemi merak ediyoruz. Yüreğine aşkı davet eden ilk insan, neler hissetmişti acaba? İlk günahtan nedametin ezgisini duymak istiyorum. İlk aşkı yaşamak; ilk sevabı işlemek; ilk gönül kırıklığını hissetmek… Bilkuvve coşkuları kuşatan bilfiil eylemsizliğin sınırlarını kırmak, hayata coşkuyla dokunmak maksadım. Asırlık kazuratın gölgesinde kalmış, solgun, eprimiş bir dünyaya itirazım. Kendi hesabıma, hayatımı temize çekmeye hazırım!..
Zamanın asırlık imbiğinde birikmiş modern tortu sizin olsun. İlkeli bulun bana!.. Taklit duyguların evreninden sıyrılmak, turfanda bir ürpertiyle sevinci ve hüznü kucaklamak istiyorum. Ağlar gibi ağlamaktan, sever gibi sevmekten; yaşar gibi yaşamaktan bıkkınım!..
Rol yapmayın lütfen!.

Acının alfabesi yoktur. Aşkın da!..

Dile gelmez acılar yaşıyoruz; dillendiremediğimiz aşklar gibi… BÜYÜK KORKU çağının insanları, alfabenin harflerini sinesine gömmüş, büyük bir sükûta mahkum bugün!.. Emekleme çağına geri döndük. İlkelden daha vahim durumdayız. Mutlu bir düşten düşmüş; kâbuslar sazlığında güneşi arıyoruz. Yönsüz diyarlara dümen kırarken, rotasız bir düzlemde bulacağımızı unutmuş olmanın kararsızlığındayız. Sinik yığınlar halinde hanemize sığınmış, vaat edilen SON’un gelmesini bekliyoruz. Bir son kâbusuyla eskitiyoruz, her yeniyi…
Aşk!.. Ölümlü dünyada ölümsüz kıldığımız büyü!.. Yalancı bir kâhinin gelecek düşleri gibi birbiri ardına yalanlanıyor. Söze döküldükçe yitiriyor özünü. Aşk oldukça ölüyoruz daha çok. Basmakalıp tanımların ışığında var etme çabamıza kurban veriyoruz her aşığı. Her âşık, bir janus ikiyüzlülüğünde haykırıyor aşkını. Birörnek aşklar çoğalıyor evrende. Çoğalarak azalıyor aşk; var olarak yok oluyor!.. Başkalarının aşklarını kuşanıyoruz. Yabancı aşkları prova ediyoruz. Usta terziler öldü; konfeksiyon aşklar yaşıyoruz şimdilerde…
Acı!.. Masum bir çocuğun gözünde kaygıyla karışık ışıldıyor. Az evvel yaşadıklarının ve az sonra yaşayacaklarının sızısıyla her cana acı bulanıyor. Etrafını saran sûkuttan alıyor cevabını çocuk. Harfleri öğrenmeden öğreniyor; sessizliğin alfabesini. Kaygısız uykuları, kâbuslarla bölünüyor. Kırmızı karlar yağıyor gecelerine; yüzsüz adamlar kesiyor gündüzleri yolunu. Düş ile gerçek birbirine giriyor. Korku sızıyor yaşama, kâbuslardan. Ve bir umutla tefsirini arıyor gece gördüklerinin: ” Savaş nedir?”
Aşk, ispat istiyor: Uğruna günler icat ediyoruz. Günlere sığındıkça ehlileşiyor aşk. Sıradanlaşıyor, başkalarının oldukça. Ömrü günlük bir kelebek gibi eridikçe avucumuzun içinde, kinleniyoruz aşka. Öfkemizle boğuyoruz; sevgimizle öldürdüğümüz gibi… Aşüfte aşklar kalıyor geriye, büyük sevdalardan. Halüsinasyon evreninde tutsak, her gölgeyi aşk bellerken, diline yabancı kaldığımız aşkları dillendiriyoruz. Komik!..
Acı, anlayış diliyor: İki büklüm her serzeniş, medet umuyor kapı kullarından. Her daim taze işkenceler icat ediliyor. Başkalarının oldukça acı, sıradanlaşıyor. Uzaklaştıkça kabul edilebilir oluyor. Duyarsızlaşıyoruz acıya… Sevecenliğimizle boğuyoruz; merhametimizle öldürdüğümüz gibi… Anlamsız acılar kalıyor geriye, büyük davalardan. Şeytani kahkahalar sarıyor göğü. Sesimiz kısılıyor. Aşina olmadığımız acıları buyur ediyoruz dualarımıza. Trajik!..
Uzun bir aradan sonra yeniden aşk ve acı durağında insan(lık)!.. Göstermelik aşkların eş(l)iğinde, acılar taşınıyor uzak diyarlara… Acı, aşk postuna bürünmüş, dolaşıyor. Aşkın ve acının diline aşina değiliz bugün. Başkalarının aşkını yaşarken, kayıtsız kalıyoruz başkalarının acısına. Bayramlık bir coşkuya kaygının gölgesi eşlik ederken, göçenlerin ardından kim ağıt yakacak? Bir Iraklı çocuk nasıl feryat eder? Kim biliyor? Acının alfabesini çözebildi mi dilbilimciler?..
Hoş!.. Aşkın da acının da alfabeye ihtiyacı yok ya!..
Bir yürek yeterli anlamak için.

8 Ekim 2010 Cuma

NEHİR

nehir akar duyulur
sesi ne kim sesi
yankılanır nehirde
sesim
ben nehirde çağlarım
bende nehir
geçer
nehirden ben
nehirim
çağlarım

suretler bihaber
sesimde bulur
kaybolur
sessizliğimde
acelem var
matemdir başımdaki
sevince ortak olan
hüznüme aşina mı ki?
insanım
ağlarım

gel git
sanır mısın
büyük suların harcıdır
giderim gelemem
aşk duydu sesimi
yükselemem
çeker
sarmaş dolaş
nehir bazen
insanım
kah ağlar kah çağlarım
b                                 b
   i                              i
     r                         r
   n                              i
 e                                    n
  h                               s
   i                               a
r                                    n
a s ı r l a r c a ç a ğ l a r ö m r ü n c e a ğ l a r
iki hüznü ancak
aşk
bağlar.