20 Kasım 2010 Cumartesi

Ben, Deli Yaşar ve Neşet Ertaş...

Çocukluğun bucaksız ikliminde, geceden alıp gündüze yamadığımız, oyun düzleminde eşitlendiğimiz günlerdi. Sokağın kapılarını ardına kadar açtığı günlerde, çocuksu bir oyunun içinde eritirdik hayatı. Bu seyreltik özütten yedikçe gürbüzleşeceğimizi düşünürdük. Bu demlerde, “Deli Yaşar”ın gündüzü ve geceyi ekinoks denkliğinde yaşadığını bilirdik. Nedense küçüklere bağışlanan oyun oynama hakkı, büyükler için sakil bulunurdu. Ancak o işi deliliğe vurur ve çoluk çocuğa karışmış bir yet(iş)kin olarak, hayatla kendince oynamayı sürdürürdü. Onun oyunlarına çokça katıldığımı söyleyebilirim. Top oynarken ya da çelik çomak, bir anlık geçiş şaşkınlığının ardından kendimi “Fikri”nin mihmandarlığında yollara düşmüş bulduğum çok oldu. Bu oyundaşlığımız “oğlunu bir an önce büyütme” telaşındaki bir babanın aceleciliğini taşır gibi görünse de, bir “sırr”ın paylaşımı anlamında farklı bir yetke ile de donatmıyor değildi çocuk beni. Her daim ‘marş’a basmaya hazır “Fikri”; her daim yolculuğa hazır ben; işi ‘Deli’liğe vurup uzun yaşamanın derdindeki “Yaşar” ve Neşet Ertaş...
Bir yolculuk öyküsüydü aslında o günler... Kırıkkale’de başlayıp, Keskin’e oradan da Cabad Obası’na uzanan... Deli Yaşar’ın gün boyu esrimesinin doruklarında, baygınlıktan azat olmak için bulduğu kurnazca yolun yolcusuyduk bizler... Hasandede’yi geçer geçmez, bir bozkır alacasında yolculuğa Neşet Ertaş’tan bir bozlak eşlik ederdi yol boyu. Bazen hüzne bulanan bazen neşede sallanan yolculardık. Bir çocuk kayıtsızlığında, hüzne ve neşeye mesafesiz uzaklıktaydım. Belki anlamadığım bir dil kodlanıyordu o günlerde, çocuksu bilincimde. Şifresini uzun yıllar sonra çözeceğim... Bir ayran sağaltımında ve duruluğunda sığındığımız bir duraktı oyun. Aslında her oyunda olduğu gibi, Deli Yaşar’dı baş aktör. Bizlerse figürandık...
Bozkır’ın uçsuz bucaksız boşluğunu bir avaz doldururdu... Mecnun’un, Leyla’nın, Aslı’nın ve Kerem’in aşkı gibi bir aşktı bu. Kimi zaman Mihriban ve Sarı Kız oluyordu maşuk; kimi zaman Zahide ve Acem Kızı. Muhayyel bir aşkı mı anlatıyordu yanık sesli bu adam değilse, bir aşktan ciğeri yanmış da bütün aşkların hayal olduğunu mu imliyordu? Kim bilir!.. Sesindeki hüznün yoldaşıydık bizler... Ne Mihriban’ı tanıdık ne Zahide’yi... Oysa yıllar sonra her aşkta, bu maşuktan bir iz bulduğumuzun da farkına vardık. Ve Deli Yaşar’ın esrikliğinin sırrına da bir köşesinden de olsa ancak ilişebildik.
Suların musluktan akmadığı günlerdi. Her özün yanı başında bir yeşillik karşılardı insanı. Adına bozkır dense de hayatı taşırdı özünde toprak. Ona umut bağlamışların yüzünü kara çıkarmazdı. Kendi adı çıksa da kötüye... Ağaçlar yemişlerini esirgemez, koyunlar gürbüz toklular kuzulardı. Hüznü besleyen neşeydi o günlerde. Hayatı katlanılır kılan bir gayretkeşlik vardı...
Aradan yıllar, yıllar geçti... Bir bayramın neşesini paylaşmak ümidiyle çıktım yola... Deli Yaşar yoktu yanımda. Neşet Ertaş’ın avazı bozkırın sesine karışmıştı, kendisi uzaklarda... Fikri’yi aradım, bulamadım. Çocuksuluğun zamansızlığında masalsı bir çabuklukla kaybolan yol, bitmek bilmiyordu. Bozkır aynı bozkırdı lakin, öz suyu çekilmişti. Ağaçlara kurtlar musallat olmuş, koyunlar kısırlaşmıştı sanki... Ölünün bedeninden nasıl çekilirse kan, toprağın da bağrından öyle çekilmişti hayat... Hayatın durağanlığına karşı koyamayan her Neşet, durgun suyun dışına savurmuştu kendisini... Benim gibi...
Ya Aşk?.. Dane dane benli, sarı saçlı, gara gaşlı, zülüflü, cilvelice nazlıca, Kibar Kız’lar, Acem Kızları, Sarı Kız’lar, Zahide’ler, Mihriban’lar nerelerdeydi? Kim bilir hangi varoşun zemin katında, demir parmaklıklı penceresinden bozkırın sesini, nefesini dinlemeye durmuştu. Uğruna aşknameler yazacak bir “abdal” bulamamanın yozluğunda, hangi hüzün sağanağına tutulmuşlardı? Kimbilir?..
Bayramda Keskin’e, Cabad Obası’na düştü yolum...
Bozkırın sesini dinledim...
Hüzün yüklüydü!...

Hiç yorum yok: