9 Ekim 2010 Cumartesi

Acının alfabesi yoktur. Aşkın da!..

Dile gelmez acılar yaşıyoruz; dillendiremediğimiz aşklar gibi… BÜYÜK KORKU çağının insanları, alfabenin harflerini sinesine gömmüş, büyük bir sükûta mahkum bugün!.. Emekleme çağına geri döndük. İlkelden daha vahim durumdayız. Mutlu bir düşten düşmüş; kâbuslar sazlığında güneşi arıyoruz. Yönsüz diyarlara dümen kırarken, rotasız bir düzlemde bulacağımızı unutmuş olmanın kararsızlığındayız. Sinik yığınlar halinde hanemize sığınmış, vaat edilen SON’un gelmesini bekliyoruz. Bir son kâbusuyla eskitiyoruz, her yeniyi…
Aşk!.. Ölümlü dünyada ölümsüz kıldığımız büyü!.. Yalancı bir kâhinin gelecek düşleri gibi birbiri ardına yalanlanıyor. Söze döküldükçe yitiriyor özünü. Aşk oldukça ölüyoruz daha çok. Basmakalıp tanımların ışığında var etme çabamıza kurban veriyoruz her aşığı. Her âşık, bir janus ikiyüzlülüğünde haykırıyor aşkını. Birörnek aşklar çoğalıyor evrende. Çoğalarak azalıyor aşk; var olarak yok oluyor!.. Başkalarının aşklarını kuşanıyoruz. Yabancı aşkları prova ediyoruz. Usta terziler öldü; konfeksiyon aşklar yaşıyoruz şimdilerde…
Acı!.. Masum bir çocuğun gözünde kaygıyla karışık ışıldıyor. Az evvel yaşadıklarının ve az sonra yaşayacaklarının sızısıyla her cana acı bulanıyor. Etrafını saran sûkuttan alıyor cevabını çocuk. Harfleri öğrenmeden öğreniyor; sessizliğin alfabesini. Kaygısız uykuları, kâbuslarla bölünüyor. Kırmızı karlar yağıyor gecelerine; yüzsüz adamlar kesiyor gündüzleri yolunu. Düş ile gerçek birbirine giriyor. Korku sızıyor yaşama, kâbuslardan. Ve bir umutla tefsirini arıyor gece gördüklerinin: ” Savaş nedir?”
Aşk, ispat istiyor: Uğruna günler icat ediyoruz. Günlere sığındıkça ehlileşiyor aşk. Sıradanlaşıyor, başkalarının oldukça. Ömrü günlük bir kelebek gibi eridikçe avucumuzun içinde, kinleniyoruz aşka. Öfkemizle boğuyoruz; sevgimizle öldürdüğümüz gibi… Aşüfte aşklar kalıyor geriye, büyük sevdalardan. Halüsinasyon evreninde tutsak, her gölgeyi aşk bellerken, diline yabancı kaldığımız aşkları dillendiriyoruz. Komik!..
Acı, anlayış diliyor: İki büklüm her serzeniş, medet umuyor kapı kullarından. Her daim taze işkenceler icat ediliyor. Başkalarının oldukça acı, sıradanlaşıyor. Uzaklaştıkça kabul edilebilir oluyor. Duyarsızlaşıyoruz acıya… Sevecenliğimizle boğuyoruz; merhametimizle öldürdüğümüz gibi… Anlamsız acılar kalıyor geriye, büyük davalardan. Şeytani kahkahalar sarıyor göğü. Sesimiz kısılıyor. Aşina olmadığımız acıları buyur ediyoruz dualarımıza. Trajik!..
Uzun bir aradan sonra yeniden aşk ve acı durağında insan(lık)!.. Göstermelik aşkların eş(l)iğinde, acılar taşınıyor uzak diyarlara… Acı, aşk postuna bürünmüş, dolaşıyor. Aşkın ve acının diline aşina değiliz bugün. Başkalarının aşkını yaşarken, kayıtsız kalıyoruz başkalarının acısına. Bayramlık bir coşkuya kaygının gölgesi eşlik ederken, göçenlerin ardından kim ağıt yakacak? Bir Iraklı çocuk nasıl feryat eder? Kim biliyor? Acının alfabesini çözebildi mi dilbilimciler?..
Hoş!.. Aşkın da acının da alfabeye ihtiyacı yok ya!..
Bir yürek yeterli anlamak için.

Hiç yorum yok: