İnsan bu ya, kendiyle,
çevresiyle, zamanla, mekânla ve cümle ağniya ile bir aidiyet kurabilmek için
bir “şey”e ihtiyaç duyar… Benim dünya ile kurduğum aidiyetin kök damarı, Neşet
Ertaş’tı. Muharrem Ertaş ve O’nun avazının peşi sıra, Avşar Elleri’nden konup
göçmekliğimiz, geçit vermeyen dağları aşışımız, kerpiç bir damın önünde ve
ardında “toz”uşumuz daha bir anlamlı gelirdi.
Dahası var kuşkusuz, Neşet Usta’nın bir bozlağı beni bir
“oba”nın kerpiç damında gezdirir, piramit gibi dizilmiş tezek yığınlarının
arasından geçirir, bir köy düğününde, “ayağıma hava gitmiş” oynarken bulurdum…
Hadi bunları da geçtik, Neşet Ertaş, baba’mdı, ülke’mdi, hüznümdü,
yalnızlığımdı, göz yaşımdı, mahcubiyetimdi, cesaretimdi, ülkümdü, kökümdü, kök
damarımdı!..
Çocukken, Kırıkkale’nin bir mahallesinde ikamet ederdik.
Çocukluk hali, mahallede oynarken, şoför fikrinin marifetiyle babam yanaşır,
beni arabaya attığı gibi yola koyulurduk. Kırıkkale’den Keskin’e doğru yola
uzayışımızda, Fikri’nin susuşları ve arada bir eşlik edişlerini saymazsak, ben,
babam yani nam ı diğer Deli Yaşar ve Neşet Ertaş vardı. Hasandede’den sonra
yüzünü gösteren Bozkır, onun türküleriyle canlanır, dile gelir, ruhumuza
sinerdi.
Cabadobası’na, ayran içmeye giderdik. Yolculuk, çözerdi bizi…
Herkes kendi içinde yolculuğa çıkardı. Çocuk ben, yetişkin baba ve şoför Fikri,
ortak bir noktada, Neşet Ertaş’ta buluşur, yolu ve hüznü yakın eylerdik.
Coğrafya çetin, ne yüzüne bakılası bir yeşilliği var ne mutlu olunası bir
havası… Fakat Mecnun’a Leyla sorulmazsa, bize de Bozkır sorulmaz, güzeldir… Bozkır'ın
tozunu yutmayan, yelini yemeyen ve sessizliğine sinmeyen asla ve asla anlamaz
dilinden. Ve bozkırın dilinden anlamayan, asla ve asla anlamaz Neşet Ertaş’ın
dilinden…
Köy, uzaktan tek katlı, mavi (aşı boyalı) evlerin olduğu,
yanlarında piramit gibi tezeklerin yükseldiği, genelde terk edilmiş görüntüsü
veren bir yerdir… Hâkim bir tepeden baktığımızda, -hala da öyledir- çok şiirsel
gelir, bu “bet yüzlü” köy… Dedik ya, Mecnun’a Leyla sorulmaz,… o kadar… Bu
şiirselliğe, Deli Yaşar’ın çocukluğu eşlik ederdi. Sanki sanırsınız, çocuk ben
değilim, o… Fikri’nin arabaya eşlik eden köyün “zağar”larına bir muziplik
düşünür, arabanın camından çıkardığı koluyla, kuyruklarından tutarak, araba
boyundaki hayvanlara kendince oyun ederdi. Bu karşılama faslının devamında,
köyün çamura bulanmış, yamru yumru yolunda, dedemin evini her defasında yeniden
keşfediyormuş gibi bulurduk. Keşfederdik çünkü ufak bir iki fark dışında,
birini diğerinden ayırt etmeniz mümkün değildir.
Bu yolculuğun en sessiz tanığı benmişim demek ki… Bilge Neşet
Ertaş, yetişkin ben, çocuk Deli Yaşar ve Fikri!.. Adı çıkmış ya Deli’ye, ne
yapsa yeridir. Köyde çifteyi kapıp, büyük ağaçların üzerine kurulu tavana nişan
alması mı dersiniz, Dedemin tavuklarını kovalayıp yakaladıklarını Fikri’nin
arabanın bagajına istiflemesini mi dersiniz!.. Muzip adamdı vesselam, birinin
sağlam bir duvarını gördü mü toslamadan geçmezdi. Dedemin o zamanki pintiliğini
kendince böyle esnetiyordu.
Yeterince hüznünü yorduktan, çocukluğunu çıkarıp
yetişkinliğinin ayırdına vardıktan sonra, aynı yola yine Neşet Ertaş ile
düşerdik. Bir başka ritüel de dönüş yolunda başlardı… Gün akşama yaslanırken,
eve iki çocuk olarak girerdik. Haylazlık yapmış, haşarı iki çocuk… Annem, çoğu
zaman bu alan bitenden habersiz, sorgusuz sualsiz karşılardı bizi… Deli Yaşar
ile benim ve de Fikri’nin arasında bir sırdı bu kaçamak yolculuklarımız…
Harbiye Açıkhava’da konseri vardı ustanın… Kulise girdim, ayağa kalktı, elinde sazı…
Yahu ustacım, utandırıyorsun benim gibi bir düzenbazı… Bırak, biz ayaklarımızı
kırıp, oturalım dizinin dibine, yok. Elini öpmek istedim, izin vermedi.
Anlattım sırrımı ben de… Deli Yaşar’dan, Fikri’den izin almadan… Söyledim,
yolculuklarımızı… Ve çoktan ebedi âleme göçmüş babamın elini öper gibi öpeceğim
Neşet Usta senin elini, dedim. Verdi elini, öptüm.
Deli Yaşar’ın bir delilik yapıp, neredeyse iki üç maaşını
ipotek edip bir pikap aldığını biliyorum. Ve hala İzmir’de baba evinde bu
plaklar durur. İki göz evin oturma odasının ortasına siniyi kurup, Neşet
Ertaş’ın sesinde hüznünü yorduğuna çok şahit olmuşluğum vardır. Hüznü de,
neşeyi de, dünyayı da, öteleri de, aşkı da … bu anlarda ezber ettiğimi, yıllar
sonra anlıyorum. Babamın üzerine sinmiş bir Neşet Ertaş vardı ve Neşet Ertaş’ın
üzerine sinmiş bir babam… Bugün, Neşet Ertaş’ı da kaybetmişken, ikisini birden
kaybetmişliğin hüznünü yaşıyorum.
Yıllar sonra İstanbul’da, postmodern bir şehrin keşfettiği
(!) bir “aziz” olarak, bozkıra bigane olanların gözüyle yeniden gördüm Neşet
Ertaş’ı… Ardını ihata edemedikleri bir kültürün, önünde temenna durmuş bir
çokları, tam da kestiremedikleri bir sevgi ile kuşatıyordu Usta’yı… İnanıyorum
ki kendisi de, kendisini “öte dünyadan gelmiş” gibi huzura alan ve saygıda kusur
etmeyen insanların bu temennasına bir anlam veremedi. Hatta bu geç gelen
“şöhret”ten biraz da hicap duydu. Ki zamanında, “abdal” diye horlanan bir
“şöhret”in sahibi değil miydi?.. Kız bile verilmemiş miydi, bu yüzden… Ahh, kör
olası ön yargılarımız, bir sarmaşık gibi sarmaz mı benliğimizi…
Arada bir diş sızısı gibi “Neşet Ertaş ölmüş” şayiası çıkar,
Almanya’yı ararız ve sesini duyunca, muzip bir edayla asparagas haberi
paylaşıp, sağlık dileyerek kapatırdık. Hasta yatağında yine böyle bir asparagas
çıkınca, eminim sevenlerinin üzüntüsüne dayanamadığından, kendi acısını unutup,
twitterdan “iyiyim” mesajı yollamıştı.
Neşet Ertaş’ı, tevazuu ve kendine özgü duruşuyla, farklı bir
“şöhret”in kapısından uğurluyoruz. Günümüzün pop ikonlarının, “ayağının türabı”
olamayacağı duygusundayım… Onun, Bozkır’ın bağrından damıttığı sözleri,
avazları, bozlakları, sazı ruhumuzun her dem inşasında yapı taşı olacaktır. (Kalan
Müzik, sağ olsun, ustanın bütün eserlerini toparladı, her türlü takdire layık
bir hizmet yaptı.) Sonrasında, türkülerle yolumuzu bulacak, yolumuzu
türkülerden geçirecek ve türkülerle yürüyeceğiz geleceğe… Usta’da, avazı
çıktığı kadar, türkülerin hakikatini çalıp söylemedi mi, yıllarca…
Ruhumun, ruh kökümün mimarı, kök damarım Neşet Ertaş!..
Nur içinde yat!..
Ve…
Babama selam söyle!..
“Hüznünü bal eyliyormuş…” dersin…