26 Kasım 2010 Cuma

Güleceğim…

Güleceğim
Ölürken milyarinsan
Bulurken ölümü
Erken
Bekletmedin zamanıydı
Diyeceğim Azrail’e
Şehadet ederken
Tebessüm olacak yüzümde
Esaslısından
Kim bilir kimler çattı
Kaşlarını da
Nefesini verirken
Üzdü zira
Bir damla yas dünya kadar
Ağırdır ölüye
Bakın ben gülüyorum
Gülün siz de
Bu öldübittiye
Sanmayın ki bu
Veda
Sonlu bir ayrılık
Hayır hayır
Buluşmak üzere
Gidiyorum
Gelin diyemem
İş güç
Malum dünya ahvali
Anlıyorum fakat
Simanızdaki melali
De haydi gidin siz de
Değmez
Hakkınızı edin helâli

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ben, Deli Yaşar ve Neşet Ertaş...

Çocukluğun bucaksız ikliminde, geceden alıp gündüze yamadığımız, oyun düzleminde eşitlendiğimiz günlerdi. Sokağın kapılarını ardına kadar açtığı günlerde, çocuksu bir oyunun içinde eritirdik hayatı. Bu seyreltik özütten yedikçe gürbüzleşeceğimizi düşünürdük. Bu demlerde, “Deli Yaşar”ın gündüzü ve geceyi ekinoks denkliğinde yaşadığını bilirdik. Nedense küçüklere bağışlanan oyun oynama hakkı, büyükler için sakil bulunurdu. Ancak o işi deliliğe vurur ve çoluk çocuğa karışmış bir yet(iş)kin olarak, hayatla kendince oynamayı sürdürürdü. Onun oyunlarına çokça katıldığımı söyleyebilirim. Top oynarken ya da çelik çomak, bir anlık geçiş şaşkınlığının ardından kendimi “Fikri”nin mihmandarlığında yollara düşmüş bulduğum çok oldu. Bu oyundaşlığımız “oğlunu bir an önce büyütme” telaşındaki bir babanın aceleciliğini taşır gibi görünse de, bir “sırr”ın paylaşımı anlamında farklı bir yetke ile de donatmıyor değildi çocuk beni. Her daim ‘marş’a basmaya hazır “Fikri”; her daim yolculuğa hazır ben; işi ‘Deli’liğe vurup uzun yaşamanın derdindeki “Yaşar” ve Neşet Ertaş...
Bir yolculuk öyküsüydü aslında o günler... Kırıkkale’de başlayıp, Keskin’e oradan da Cabad Obası’na uzanan... Deli Yaşar’ın gün boyu esrimesinin doruklarında, baygınlıktan azat olmak için bulduğu kurnazca yolun yolcusuyduk bizler... Hasandede’yi geçer geçmez, bir bozkır alacasında yolculuğa Neşet Ertaş’tan bir bozlak eşlik ederdi yol boyu. Bazen hüzne bulanan bazen neşede sallanan yolculardık. Bir çocuk kayıtsızlığında, hüzne ve neşeye mesafesiz uzaklıktaydım. Belki anlamadığım bir dil kodlanıyordu o günlerde, çocuksu bilincimde. Şifresini uzun yıllar sonra çözeceğim... Bir ayran sağaltımında ve duruluğunda sığındığımız bir duraktı oyun. Aslında her oyunda olduğu gibi, Deli Yaşar’dı baş aktör. Bizlerse figürandık...
Bozkır’ın uçsuz bucaksız boşluğunu bir avaz doldururdu... Mecnun’un, Leyla’nın, Aslı’nın ve Kerem’in aşkı gibi bir aşktı bu. Kimi zaman Mihriban ve Sarı Kız oluyordu maşuk; kimi zaman Zahide ve Acem Kızı. Muhayyel bir aşkı mı anlatıyordu yanık sesli bu adam değilse, bir aşktan ciğeri yanmış da bütün aşkların hayal olduğunu mu imliyordu? Kim bilir!.. Sesindeki hüznün yoldaşıydık bizler... Ne Mihriban’ı tanıdık ne Zahide’yi... Oysa yıllar sonra her aşkta, bu maşuktan bir iz bulduğumuzun da farkına vardık. Ve Deli Yaşar’ın esrikliğinin sırrına da bir köşesinden de olsa ancak ilişebildik.
Suların musluktan akmadığı günlerdi. Her özün yanı başında bir yeşillik karşılardı insanı. Adına bozkır dense de hayatı taşırdı özünde toprak. Ona umut bağlamışların yüzünü kara çıkarmazdı. Kendi adı çıksa da kötüye... Ağaçlar yemişlerini esirgemez, koyunlar gürbüz toklular kuzulardı. Hüznü besleyen neşeydi o günlerde. Hayatı katlanılır kılan bir gayretkeşlik vardı...
Aradan yıllar, yıllar geçti... Bir bayramın neşesini paylaşmak ümidiyle çıktım yola... Deli Yaşar yoktu yanımda. Neşet Ertaş’ın avazı bozkırın sesine karışmıştı, kendisi uzaklarda... Fikri’yi aradım, bulamadım. Çocuksuluğun zamansızlığında masalsı bir çabuklukla kaybolan yol, bitmek bilmiyordu. Bozkır aynı bozkırdı lakin, öz suyu çekilmişti. Ağaçlara kurtlar musallat olmuş, koyunlar kısırlaşmıştı sanki... Ölünün bedeninden nasıl çekilirse kan, toprağın da bağrından öyle çekilmişti hayat... Hayatın durağanlığına karşı koyamayan her Neşet, durgun suyun dışına savurmuştu kendisini... Benim gibi...
Ya Aşk?.. Dane dane benli, sarı saçlı, gara gaşlı, zülüflü, cilvelice nazlıca, Kibar Kız’lar, Acem Kızları, Sarı Kız’lar, Zahide’ler, Mihriban’lar nerelerdeydi? Kim bilir hangi varoşun zemin katında, demir parmaklıklı penceresinden bozkırın sesini, nefesini dinlemeye durmuştu. Uğruna aşknameler yazacak bir “abdal” bulamamanın yozluğunda, hangi hüzün sağanağına tutulmuşlardı? Kimbilir?..
Bayramda Keskin’e, Cabad Obası’na düştü yolum...
Bozkırın sesini dinledim...
Hüzün yüklüydü!...

7 Kasım 2010 Pazar

İstanbul akıyor damarlarımda!..

Kentimin sokaklarını her arşınlayışımda, hikâyesiz insanları gibi haneler dikiliyor karşıma. Toprağından kopmuş, bir şekle bürünmüş her imar bloğu, aciz bedenini parlak ve cilalı betonun üzerinde sürüyen sürüngenlerden farksız görünüyor. Topyekûn bir şekilsizliğin koynunda boy atıp gelişen bu yerden bitmeler, her sokak başı bir heyula gibi kesiyor yolumu. Arsızlığı yüz boyu, fütursuz, hoyrat bu nevzuhurlar giriyor rüyalarıma. Kan ter içinde uyanıyorum uykusuz sabahlara.
Tekin olmayan bir yerden geçerken ecinnilerin saldırısına uğramış ve çarpılmış gibiler. Eciş bücüş gövdelerini dört ayakları üzerinde güçlükle tutarken, aczini anlamaktan ne kadar da uzaklar!.. Ufkunu işgal ettikleri kentin manzarasına hayli hakimler oysa. Yersiz yurtsuzluğunu örtmek için, şişirdikçe şişiriyorlar egolarını. Bu terazi bu kadar sıkleti çekmez mi? Çeker, onlara göre. “Asma”sıyla “Çekme”siyle boyuna uzuyorlar!.. Gökyüzünün hesabını kim sorabilir ki onlara!..
Her taşra açıkgözü gibi, biribirinin omzunda yükseliyor. Sırt sırta, omuz omza intikam alıyorlar geçmişten. Devir, onların!.. Mayoz bölünüp, kendi çarpanlarıyla çoğalıyorlar. Prefabrik bir özden süratle çoğalmış, birbirinin fotokopisi zevksizliğin eseri çoğu... Köklerini bıraktıkları yerlerden en ufak bir esinti taşımıyorlar. Koyu bir kimliksizliğin esiri çoğu... Yaftalandıkları esaretin ağırlığından habersiz, keyfini sürüyorlar hayatın.
Kentimin sokaklarında geziyorum… Her köşe başı, kendi köksüzlüğümü haykırıyor yüzüme. Hiçbirinde bir iz yok benden!.. Girift bir korku seziyorum, hanelerde. Korkuyorum. Ayaklarımı bastığım zemin kayıyor. Sallanıyor, arz!.. Bir korku ürüyor, binaların yüreğinde. Şaşkın gözlerle ufku tarıyorlar. Aczinin doruklarında, boş bir bakış akşediyorlar çevreye. Can havliyle daha bir yakınlaşıyor, tutunuyorlar birbirlerine. Ferleri sönmüş dizlerine inat!..
Kerpiç evinin hülyasına dalmış her kentli, gecenin zifirinde, balkonlardan gökyüzüne ağıyor. Bu kentte, bahçeye, sokağa açılmıyor evler. Pencereler kör kuyu; kapılar mahşer!.. Muhayyel bir kıyameti müjdeliyor her şey. Sokak aralarında çocuklar kayboluyor. Çocuklar, sokak aralarında kaybediyor kendini. Çocuklar, sokak aralarında büyüyor. Sokak aralarında ölüyor, çocuklar…
İstanbul!.. Gidiyorum; eksilmiyor. Geliyorum; artmıyor. Seviniyorum, paylaşmıyor neşemi. Ölüyorum, tutmuyor yasımı. Duyargaları keçeleşmiş, kan dolaşımı zayıflamış devasa bir hilkat garibesi gibi. Kösnül, biri diğerinden farksız günlere güneşler doğarken, geçmişini kaybetmiş, bugünden bihaber!..
Ben!.. Yaşıyorum; kayboluyor izim. Yazıyorum; yitiyor sesim. Geçtikçe yıllar, gitgide İstanbul oluyorum. Her köşe başında yol kesen umacı benim. Benim, devasa binalarla, güneşi sokmayan evlere. Rüyaları bölen kâbus; çocukları bekleyen ölüm; tomurcuklanan her düşü çalan, benim!.. Azmış egoma yükseklerde tatmin arayan da benim!.. Ben!..
Sokaklarında geziyorum İstanbul’un!..
İstanbul, akıyor damarlarımda!..